Konuşuyoruz Ama Nece Konuşuyoruz?
İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerinden biri konuşmadır. Bu; insana verilen büyük bir lütuftur.
Ünlü filozof Hamann; “Konuş ki seni görebileyim.” demiş… Bir başkası da “İnsan; dilinin altında saklıdır.” ifadesini kullanmıştı.Ya da şu cümleye ne dersiniz? “Düşünce, ses, söz; eşittir insan”
Bütün bunları bir araya topladığınızda anlarsınız ki; insanı uygarlıkla tanıştıran en önemli unsur dil ve konuşmadır.
Bana sorarsanız doğru ve düzgün konuşan toplumlarda “şiddet” diye bir sorundan söz edilemez.
O nedenle de konuşulmalıdır. Ama doğru ve düzgün konuşulmalıdır.
Konuşma sesle başlıyor. Söze dönüşüyor ve konuşma halini alıyor. İnsan sesi sanıldığından çok daha etkilidir.
Doğduğumuzda sesimizde hiçbir sorun olmadan dünyaya geliyoruz. Fakat daha sonra çeşitli çevre faktörleri, zararlı alışkanlıklar ve psikolojik etkiler sesimizin kalite düzeyinde ciddi aşınmalar meydana getiriyor.
Güzel bir ses duyduğumuzda da “Benim sesim neden bu kadar iyi değil?” diye hayıflanmaya başlıyoruz. Hayat maratonunda kaybettiğimiz ses kalitesinin bozulma halini bir anda fark ediyoruz.
Sonra bu durumu kabullenerek hayatımızı sürdürüyoruz. Oysa sesimizi daha güzel çıkarabilmek mümkün.
Yani başta diyafram olmak üzere sesimizin dışarıya çıkarılmasında yararlı olan organlarımızı çalıştırarak, eskisinden daha güzel bir ses tonuna veya rengine ulaşabiliriz.
Konuşmanın ana malzemesi ses olduğuna göre demek ki; işe önce oradan başlamak gerekiyor.
Gelelim konuşmaya… Ses problemini çözdükten sonra Türkçemizin çok değerli terimlerini doğru kullanmanın yollarını bulmamız gerekecek. Telefonda, toplum karşısında veya ilk kez tanıştığımız biriyle nasıl konuşuyoruz? Vurgu, tonlama ve ezgiyi ne kadar yerinde kullanıyoruz? Akıcı, etkileyici ve anlaşılır olabilmek adına neler yapıyoruz?
Kelimeleri doğru telaffuz etme konusunda ne kadar dikkatliyiz?
Mesela “Meraba” mı demeliyiz, yoksa “Merhaba” mı? “Koleksiyon” mu demeliyiz, “Kolleksiyon” mu? Ya da “Metoroloji” mi, “Meteoroloji” mi? “Rakip” mi, “Raakip” mi?
Elbette örnekleri çoğaltmak mümkün… Demem o ki; doğru kullandığımızı zannettiğimiz birçok terim aslında ağzımızdan yanlış çıkıyor. Kimimiz ısrarla bu yanlışlarda inat ediyor, bazılarımız da hiçbir şeyin farkında olmadan yoluna devam ediyor.
Oysa bu insanlar toplum önündeki mevkilere gelebiliyorlar. Siyasetçi, öğretmen, doktor, avukat, mühendis, iş adamı, sivil toplum önderi vs… Aralarında sunucu olanlar bile çıkabiliyor.
Hangi alana bakarsanız bakın; sözlü kavgaların büyük bir bölümü yanlış kelime, yanlış ifade, yanlış vurgu veya yanlış tonlamalardan çıkıyor. Bir cümle içinde öne çıkarmak istediğimiz bir kelimede vurgu yapmayı bilmiyoruz. O kelimeye vurgu yapılmazsa, cümlenin anlamı bir anda başka anlamlara yol açabilmektedir.
Düzgün, anlaşılır ve akıcı konuşamayanlar dinleyenleri kendisinden çabuk bıktırır. Zira kötü bir konuşma, dinleyenler açısından bir eziyettir. Bir anda olup bitmesi beklenen bir şeydir.
Kimsenin, kimseye eziyet etme hakkı olmadığına göre, hiç olmazsa başkalarına saygı göstermek adına etkili konuşmanın yollarını öğrenmemiz ve uygulamamız gerekmektedir.
Ne dediğimiz elbette önemlidir. Ama nasıl konuştuğumuz, kişiliğimizi ve etki gücümüzü belirler.
Özellikle de kulak tırmalayan ve itici gelen hatalı telaffuzlardan hızla uzaklaşmalıyız.
Mesela “Sürpriz” e “Süpriz” demeyerek işe başlayabiliriz. HOŞÇAKALIN
"Bana sorarsanız doğru ve düzgün konuşan toplumlarda “şiddet” diye bir sorundan söz edilemez."
Peygamber efendimizin tevellüd ettiği zamanlarda, dil-şiir çok iyi kullanılıyordu ama çatışmalar muazzam derecede fazlaydı. Dediğniz bazı yönleriyle doğrudur, ama tamamiyle öyle değil. Edebiyata meyyal biri olmam hasebiyle yazılarınızı takip edeceğim,
Fâni hürmetler!
Ekim 25th, 2010 at 10:37İbrahimi Feyzullah Bey; yazıma medeni ölçülerde bir eleştiri getirdiğiniz ve bu konuya ilgi duyduğunuz için size şükranlarımı sunuyorum. Doğrusunu isterseniz yazıyı kaleme alırken Cahiliyye Dönemi'nde yaşanan çarpıklıklar aklıma gelmemişti. Konunun bu boyutuyla size hak veriyorum. Elbette o dönemde yaşanan "rezillikler", içine düşülen muazzam bir manevi boşluğun yansıması olarak tarihe geçmiştir. Taktir edersiniz ki; böylesine vak'alar, dilimize, güzel konuşma gayretlerimize, dolayısıyla Türkçe'mize sahip çıkmamızı engellememelidir. Ayrıca ilmin-fennin bu kadar gelişmediği o dönemde sadece edebiyatın popüler olması başlıbaşına bir garabet değil midir? Tekrar yazışmak dileğiyle Allah'a emanet olun.
Ekim 25th, 2010 at 12:52