Kitap
Eskiden hayatımın daha normal olduğu vakitler, yani kendime de, çevremdekilere de ayıracak vaktimin daha bol olduğu zamanlar, fırsat buldukça huzurevi ziyaretine giderdim. O zamanlar Ankara´da, yalnızca iki tane huzur evi vardı. Biri Seyranbağları´nda, diğeri Yenimahalle´deydi. Bayramları ya da hafta sonlarını beklemez, bir boşluk yakaladığım herhangi bir gün giderdim. Sonradan sonraya bir sürü özel huzurevi açıldı. Ankara´nın neredeyse her semtinde çeşit çeşit huzurevleri hizmet vermeye başladı. Galiba terk edilen ya da bakılamayan yaşlılar, anneler, babalar, dedeler ve ihtiyar anneannelerimiz, zaman içerisinde çoğaldılar.
Tuzsuz kurabiyeler, taze meyve suları ve bir sürü kitabı kolumun altına sıkıştırıp, yaşlı misafirlerin huzursuzluğu arasında kendim için huzur arardım. Onların zoraki huzurluluk halleri ve yüzlerindeki eğreti tebessümlere içim burkularak bakar, hepsinden birbirine benzer hikâyeler dinler, kiminin oğluna, kiminin kızına, kimininse torunlarına ve gelinlerine söverdim.
Zamanla huzurevi sakinleri kadar çalışanları ile de tanışmış, kaynaşmış ve adeta oranın bir çalışanı da ben olmuştum. O kadar ki; ilaç zamanı gelenleri, altının değiştirilmesi gerekenleri ve kalkıp yürüyüş yapması mecburi olan böbrek hastalarını, görevlilere haber bile vermeye gerek duymadan, kendim hallediyordum. İhtiyar insanların hafızaları ne kadar zayıflarsa zayıflasın, kullandıkları ilaçları asla şaşırmamak gibi ilginç bir özellikleri olduğunu öylece öğrenmiştim. Bir şekilde tuvalete gidemeyip battal boy bezler kullanan misafirler -elbette yalnızca dedelerle ilgileniyordum-, altlarını açtığımda utanıyor, mahcup oluyor ve yüzlerini çaresizlikle pencereye çeviriyorlardı. Yürüyüşe kaldırdığım ihtiyar konuklar mutlaka yanlarına bir eş buluyor, kol kola giriyor ve Kıbrıs Savaşı´ndan başlayarak eski Ramazanlara kadar uzayıp giden sohbetlerle ve zaman tünellerinde yaptıkları yürüyüşlerle böbreklerini çalıştırıyorlardı.
Özellikle kış günleri, öğle yemeğinden sonra herkesin odalarda toplanıp yataklarında ya da kanepelerde oturduğu günlerde, beraber yaptığımız en güzel şey; onlara kitap okumamdı. Çoğunun gözleri zayıflamış, kalın çerçeveli gözlüklere alışmış ya da bir kitabı bile kucağına alıp okuyacak dermanı kalmamıştı. Hep birlikte toplanıyor, ben odanın ortasındaki bir iskemleye oturuyor ve kimi ağır tespih çeken, kimi ağır iç çeken, kimi ise hastalığından ötürü dert çeken dedeler, anneanneler arasında öyküler okuyordum. Kendimi onların genç olduğu vakitler, evlerinin başköşesinde duran lambalı radyolara benzetiyordum. Ajansın arkasından gelen hikâye saati, bizim okuma saatlerimizdi. Okuduğum öyküleri ne olurlarsa olsunlar, mecburen ve öyle bir sükûnetle dinliyorlardı ki; o sıra odaya girecek olsanız, bir cenaze sebebiyle mevlit okunduğunu bile sanabilirdiniz.
Ankara´nın yerden bir türlü kalkmaz karlı bir kış günü, bir öğleden sonra odada oturmuş, Cemil Süleyman´nın Siyah Gözler romanını okuyordum. Bir yandan bakışlarımla satırlar arasında geziniyor, diğer yandan ihtiyar misafirleri izliyordum. Bir kaçı hariç, hepsi pür dikkat beni dinliyordu. Odada derin derin gelen içli nefes almalar, ara sıra öksürmeler ve durup durup yüksek sesle Allah´a şükreden yaşlı dedemizin sesi ve benim yüksek sesle okuduğum satırlardan başka hiç bir ses yoktu. Eğer ara sıra pervazlara konup konup kalkan üşümüş güvercinler de olmasa, kendimi Seyranbağları´nda ki bir huzurevinde değil, bembeyaz örtülerle sımsıkı örtülmüş bir mezarlıkta sanabilirdim.
Kitabın ikinci bölümüne geçtiğimde, kol kola girmiş iki yaşlı odaya geldiler ve bizi rahatsız etmekten ürken hareketlerle bir kanepeye iliştiler. Yaşlılardan kadın olanı kördü ve koluna girmiş dedenin yardımıyla, kanepede küçücük bir kedi yavrusu gibi büzüldü, kaldı. O´nu getiren dede bana sıcak bir tebessümle selam verdi. Okumamı hiç kesmeden, başımla selamını aldım.
Yarım saat kadar sonra kitabı bitirdim. Başımı kitaptan kaldırıp etrafımdakilere kitabı nasıl bulduklarını soracak oldum. Ama odadaki solgun yüzlerin kimi uyuklamaya başlamış, kimi pencereden dışarıya dalmış gitmiş, kimi ise henüz romanın bittiğinin farkına bile varamamıştı. Yalnızca aramıza sonradan katılan kör anneanne, kolundaki bastonu kanepeye dayadıktan sonra, cılız ve sessiz avuçlarıyla beni alkışladı. İskemlemden kalkıp yanına geçtim. Daha önce koridorda bir kaç kez gördüğümü hatırladım. Ancak hiç konuşmuş değildik. Yanındaki dede doğruldu, sanırım tuvalete gidecekti. Anneanne ellerini dizlerime koydu: “Diline, gözlerine sağlık oğlum..." dedi.
Odasına gitmek istedi. Yardımımla kalktık ve koridora çıktık. Galiba akşam yemeğinden önce biraz uzanıp dinlenecekti. Birlikte odasına kadar gittik. İçeri geçtik. Yatağına uzatıp üstünü örttükten sonra çıkacaktım. Uzandı, pikesine sarıldı. Doğruldum ve tam çıkacaktım ki; " Oğlum, senden bir şey isteyebilir miyim?" dedi... " Elbette, buyurun söyleyin" dedim. "Yarın sabah yanıma uğrarsan, sana bir kitap hediye etmek istiyorum" dedi.Kapısını usuldan çekip koridora çıktığımda gözlerim nemlenmişti.
Ertesi gün beklenmedik işlerim çıktı. Bir kaç arkadaşımla buluşmam gerekliydi, bankada bazı ödemeler yapacaktım ve dahası, annemin hazırladığı uzun alışveriş listesini tamamlayıp eve dönmeliydim. Anlayacağınız, huzurevine gidecek vaktim olmadı.
Fakat bir sonraki gün yeni bir kitap ve anneme rica minnet pişirttiğim ayçöreği dolu bir poşetle, buzlu bir öğleden sonrası, soluğu huzurevinde aldım. Vardığımda ilaç zamanları biteli bir kaç dakika olmuştu. Bir kısmı odalarında, bazıları televizyon salonunda ve bazıları da tavla ve satranç oynadıkları pencere kenarı koltuklardaydı. Bakıcı hanımla yardımlaşarak açık çay ve sıcak süt dolu bardakları hazırladık. Ayçöreklerini birer ikişer tabaklara dizip tepsilere yerleştirdik. Sonra ben bir yandan, kadın diğer yandan ikrama başladık. Gözüm ister istemez, bir önceki gün gözlerimi nemlendiren anneanneyi arıyordu. Göremedim. Tepsiler, "Allah razı olsun, Allah muradını versin, annenin ellerine sağlık" sözleri ve ihtiyarlara has titreyerek poğaça parçalama, döke döke yeme ve ağız şapırdatma sesleri arasında boşaldı. Öyle tatlılardı ki...
Anneanne için bir tabak ayırmayı ihmal etmemiştim ve mutfağa geçip bakıcı kadına sordum. Önce kimi sorduğumu hatırlayamadı. Sonra ben kör olduğundan bahsedince :" Aaa, sen Leyla hanımı soruyorsun. O’nu geçen gece yarısı kaybettik " dedi. Elimdeki tabağı tezgâha zorlukla koyabildim ve olduğum yere çömeldim, kaldım. Kadın bir bardak su verip devam etti: " Eski radyo sunucularındanmış. Toprağı bol olsun, zamanında çok azimli bir kadınmış. Gözleri görmeye görmeye senelerce sunuculuk yapmış."
İçeri geçtik. İhtiyarların çoğu odalarına çekilmiş, sadece bir kaç inatçı amca, hala tavla oynuyordu " Cenazesi ?" diye sordum. " Dün öğlen defnedildi. Eski TRT´ ciler gelip kaldırdılar cenazesini" dedi... Bakıcı kadının da, az evvel ayçöreği yiyen ihtiyarların da, önceki gün önce bir cenaze çıkmış olan bu mekânda, bunca sıradan, bunca alışageldik olmalarına şaşırdım. Sanki hepsi, zaten burada ölümü bekleyenlerdi ve sırası gelenin gidiyor olması tabiydi. Ben utanmasam ağlayacak vaziyette iken, daha bir-iki gün önce o kadıncağızla yan yana oturan dedeler, hala zar tuttun, zar tutmadın münakaşası yapıyorlardı.
Moralim çok bozuldu. Kitap okuyacak halim kalmadı. Bir an önce kalkıp gitmeye karar verdim. Doğruldum. Koltuğun üzerine bıraktığım kabanımı ve atkımı giyinirken, salona bir dede girdi. Doğruca yanıma geldi. Elinde bir kitap vardı. Bana uzattı. " Leyla Hanım bunu sana vermemi istemişti evlat " dedi. Kitabı elime alıp, "Başımız sağ olsun" dedim. " Allah sizlere uzun ömürler versin" diyerek arkasını döndü ve aksak adımlarla gitti. Elimdeki kitaba baktım. Eski mücellitlerin mahir ellerinden çıkmış olduğu belli olan, deriden şömiz kaplamalı, antika bir kitaptı. Kapağında isim yoktu. İçini açtım. İlk sayfalar boştu. Parmağımla, -tıpkı iskambil kâğıtlarına yaptığımız gibi- bütün sayfaları gezdim. Sayfalar bomboştu. Yalnızca, birbiri ardına hızla açılan sayfaların rüzgârından yükselen bir kâğıt kokusu geldi, yüzüme bir serçe gibi kondu. Ortalarda bir yerde sayfalar durunca, parmaklarımla sayfanın başından aşağı dokundum. Ve hafif kabartılmış harfleri fark ettim. Yanındaki sayfa, diğer sayfa, diğeri, diğeri... Leyla Hanımın senelerce üzerinde parmaklarını gezdirip gezdirip okuduğu satırlarda, o an için artık benim de parmaklarım vardı.
O kitap, kütüphanemin en kıymetli kitabıdır. Ve o akşam eve getirip rafların en güzel yerine yerleştirdiğimden beri, sayfalarını bir daha hiç açmadım, hiç dokunmadım ve kimseye de dokundurtmadım. Bir kaç kez kitapta neler yazdığını delicesine merak ederek, körler alfabesini öğrenmeye karar vermiş olsam da, her defasında vazgeçtim. Çünkü aslında kitapta ne yazdığı, okuyan gözler için apaçıktı.
Serdar,
Ocak 6th, 2011 at 09:03yüz, ruhun aynasıdır. Bazı katı ulusalcı yorumlarına çok kızıyordum, hâlâ kızıyorum. Ama baktığımda yüzünde de hep bir esenlik, bir incelik, bir ışık parlıyordu. Bunun sebebini merak ediyordum; tam cevabını bugün aldım: Merhamet!
Bir peygamber vasfı olan merhameti bu denli derûnî taşıyan, yüreklerin muradı, iç âlem serdarına selâm ve muhabbetler!
Türk'ün aslanlığı da bu olsa gerektir..
"Biriniz elinde bir fidan olduğu sırada kıyamet kopacak olsa, onu dikmeye gücü yeterse, diksin."
Ocak 6th, 2011 at 12:39Bundan daha yumuşak, daha soylu, daha canlılık dolu bir nasihat olabilir mi? İyi ki böyle bir buyruğun tebellüğ edenleriyiz. Can'ı, toprağı ve insanı sevmekten ötesi manasız.
Övgü dolu sözcüklerinle güçlendim.Bana yalnız olmadığımı hissettiren her bir harfin için teşekkürler İbrahimi.
Selamlar, sevgiler.
Allah şâhiddir ki ben inandığımı ve hissettiğimi yazarım...
Ocak 6th, 2011 at 13:18İnsanların ebeveynlerini sokağa attığı bir zaman diliminde, muhtemelen tanımadığı ihtiyar ve ihtiyarelerin altlarını değiştirecek kadar genişlemiş bir ruh terbiyesi... diğergamlık, kadirşinaslık, asâlet bu olsa gerek...
Allah şâhiddir ki ben inandığımı ve hissettiğimi yazdım...
Allah bu inceliğini, kalın nazarlardan saklasın, Âmîn!