Önce Yazarport’a, Sonra Mecazdan Gerçeğe Bir Bakış
Yazarport'ta yazmaya nasıl başladınız? Sizleri bilmiyorum ama ben, bir gün sayın editörümüzden bir davetiye aldım. Aslında başka sitelerden de geldi bu tarz davetiyeler. Yine sizi bilmem ama ben, yalnızca bu davete icap ettim.
Editör beyi tanır mıyım?
Hayır.
Ya sizlerden birini?
Hiç zannetmiyorum.
Yazarport'ta yazmayı, sabit bir fikre hizmet etmediği için kabul ettim.
Evet bildiğim kadarıyla ve editörümüzün de söylediği gibi kimse yazdıklarından dolayı buradan ekmek yemiyor. Dolayısıyla kimse, kimsenin ekmeğine de mani olmuyor. Ama sürekli bir itiş kakış, yazılan yazılara yapılan nitelikli ve kişilikli yorumlardan öte "seni, yorumlarımla döverim" tarzı; yazıları yazılarla, fikirleri fikirlerle çürütme yerine, pazı gösterileri, mahalle kabadayısı ağzı...
Anlaşılan o ki, her ne kadar eli kalem tutan, parmakları klavye tuşlayan olsa da birilerimiz, birilerimizin aklı hâlâ yumruklarında, hakaretlerde...
Sizi bilmiyorum Yazarport'ta nasıl yazmaya başladınız ama ben bu siteye yazmak için başladım. Ne kadar yazabildim, tartışılır fakat niyetim kimseyi dövmek değildi. Eli kalem tutan insan demek, düşünen insan demektir. Düşünen insan ise pazılarından daha çok beynini geliştiren insan demek değil midir? (Vücut geliştirmeye meraklı arkadaşlarımız lütfen alınmasın, bu mecazlardan)
Burada olmanın bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum. Burada olmak aslında Türkiye'de yaşamanın bir özeti gibi. Her telden insanlarla birlikte aynı site içindeyiz. Bunun büyük bir zenginlik olduğunu kabul etmeli ve bundan istifade etmeliyiz. Tıpkı yaşadığımız ülkede olduğu gibi. Bir reklam sloganı vardı: "Evdeki huzur, zenginlik budur!" İçimizdeki farklılıkların kabullenip huzura erdiğimiz vakit, ne kadar zengin olduğumuzu da anlayacağız.
Aslında yazacaklarım daha farklı şeylerdi fakat, siteyi açıp, son olan bitene bir göz atınca yazıma böyle başlayıverdim.
Gelelim asıl mevzuya.
Asıl mevzu dediğim de bir bakıma asıl mevzu sayılmaz. Bakalım nereye varacak yazının sonu. Ne demişler, görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler.
Perşembe günüydü. Ofiste sessiz sedasız çalışırken, bir ses yükseldi tüm haşmetiyle: "Buyurun bakalım! Ergenekon'dan dolayı Nurseli İdiz'i de tutuklamışlar! Çok merak ediyorum, bizi ne zaman tutuklayacaklar!" En başından beri Deniz Baykal, Cumhuriyet ve Hürriyet yazarlarının görüşleri gibi düşünen azınlık'tan çıkan gür bir sesti bu. Yadırgamadım. Karşılık da vermedim. Ama ayarım bozuldu. Karşılık vermenin bir işe yaramadığını biliyorum. Çünkü ne zaman karışlık vermeye çalışsam, daha gür bir sesle bastırılmaya çalışılıyorum. Ne kadar çoğunluk da olsanız, sesiniz eğer az çıkıyorsa, bir işe yaramıyor. Zaten toplumları yönlendiren de %5 değil mi?
Son zamanlarda Reha Çamuroğlu takılmaya başladım. Hatırlamıyorum kimdi İsmail'i ve Son Yeni Çeri'yi, okurlarına tavsiye eden yazar. Onun tavsiyesine uydum ve İsmail ile başladım. Her şeyden önce çok akıcı bir dili var milletvekili yazarın. Birçoğunuz alevi Ak partili diye hatırlayacaksınız Reha Beyi.
İsmail'i, Şah İsmail yapan süreci çok güzel anlatmış, yazar. Ama kafama takılan birçok soru var. Kafamı en çok kurcalayan, tarikat terbiyesi ve Allah aşkı ile büyüyen İsmail'in ve kadrosunun nasıl bu kadar çok şarap içiyor oluşu. Aynı mevzu (içki mevzusu) Son Yeni Çeri'de de var. Yeni Çeri'leri Bektaşi tarikatına bağlıyor ve onları da sıkı rakıcı yapıyor. Halbuki insanın Allah'a en yakın olduğu yer namazdır ve namaza içkili iken yaklaşmayın, denmiyor mu ayette? Bu iki romanda ise, Allah lafzının en çok geçtiği sohbetler içki alemlerinde gerçekleşiyor
Lisede gördüğümüz edebiyat derslerinde tasavvur şiirinde şarap, mey, maşuk, aşık, gibi kelimelerin aslında semboller olduğunu, görüneni değil, görünmeyeni yansıttığını öğrenmiştik. Fakat, okuduğum bu son iki kitapta sembolden çıkıp, hayatın bir parçası haline gelince içki, "Şarap, tasavvuf ve İlhan Selçuk" isimli köşe yazısıyla Hilmi Yavuz imdadıma yetişti. ".... Demek ki, tasavvuf bağlamında 'şarap' kelimesinin mecazi, daha doğrusu metaforik bir anlamı vardır ve bu kelimenin bir mecaz olduğunu bilmeyenler, şarabı mecaz olarak değil de gündelik konuşma dilindeki literal anlamıyla okumaya kalkışmışlardır." Cumhuriyet yazarı İlhan Selçuk'un, 27 Ağustos 2008 günkü yazısına istinaden, bu yazıyı yazma gereği duymuş Hilmi BeyBenim de şüphelerime su serpmiş oldu böylece. "İlhan Selçuk, bir rübaisini örnek gösterip, Hazreti Mevlâna'nın şaraba övgüler düzdüğünü öne sürerek, bir yanlışı bir başka yanlışla meşrulaştırmaya çalıyor. Mevlana'nın şiirlerinde 'şarap' bir mecazdır. İlhan Selçuk, Mevlâna'nın Divan-ı Kebir'inin 2. cildindeki şu beyti biliyor olsaydı, sanırım bu yazıyı yazmazdı: Sus, ham kişinin yanında şarabın adını anma
Zira onun aklı, o adı sanı kötü şaraba gider.
.... Bunlar Mevlana'nın dizesinde belirttiği gibi 'ham' kişilerdir; mecazla mecaz olmayanı, sembolle sembol olmayanı, birbirinden ayırmayı bilmezler!" Hatta hepimizin zannetiği gibi bu ölçüde Ömer Hayam da şarapçı olmaktan çıkmaktadır.
Yeniden Reha Çamuroğlu'nun romanlarına dönecek olursak, Reha bey acaba mecazla gerçeği karıştırıyor olabilir mi, roman icabı?