Kırmızı Erik
Kız kardeşim Yıldız’la ikiziz. Aynı zamanda da ailenin ilk çocuklarız. Köydeki yaşamım, diğer kardeşlerime göre en çok onunla geçti.Ben sekiz dokuz yaşlarında okumak için ailemden ve köyümden ayrılıp, Ankara’ya amcamın yanına geldim.
Köyümüz, Elbistan’ın sırtını dayadığı Toros dağlarının uzantısı olan Şardağı’nın eteklerindeki düz küçük ovada kurulu Anadolu köylerinden küçük bir köy. Arazisi düz ve çukurda olduğundan, her yerin eriyen karın, buzun suyu bizim köyde toplanır. Eskiden çok otlak bataklık bir yerdi. Bahar akşamları kurbağa sesinden, yazın bataklıklarda oluşan kara ve sivri sineklerden yatılıp uyunmazdı.
Birde bütün bunlar yetmiyor gibi, çokça içi su dolu çeltik tarlaları vardı. Arazi ve sulak ve çok verimli olmasına rağmen bağ bahçe, bostandan yok denecek kadar azdı. Ama buna karşın her yer çeltik, pancar, ekin vs. türü tarla olurdu.
Sadece birkaç tane dut bahçesi vardı. Onlarda sanki köyün ortak malıymış gibi yer içer faydalanırdı. Çünkü köyümüz küçüktü, o nedenle de aşağı yukarı herkes birbiriyle ya akraba ya hısım olduğundan herkes birbirinin bahçesinden yer içer kimse bir şey demezdi.
Köyümüzde çok bahçe olmadığından doğal olarak meyve pek bulunmazdı. Mevsimi geldiğinde de köyümüze meyve ve sebzeler çevremizdeki diğer köylerden eşekli, katırlı çerçiler tarafından getirilip satılırdı.
O zamanlar hiç kimsede para olmazdı. Olsa da başka şeye ihtiyaç olur diye çerçiye para verilmezdi. Ya birkaç yumurtayla ya da depolarda yazdan kalma saplı samanlı arpa, buğdayla, o günkü değeriyle ölçülüp verilerek takas edilirdi.
Bir gün rahmetli annem köye gelen bu çerçilerin birinden yumurta karşılığı bir kilo kırmızı erik almış. Onu da hiç yemeden akşam bulgur pilavının yanına kompostu yapmak için bizim görüp alamayacağımız yüksekçe bir yere saklar.
Kardeşimle benim görüp alamayacağımız sakladığı yer, köylerdeki kerpiç evlerin duvarında tağ denilen (bir nevi duvarda pencere şeklinde yapılmış fakat camı olmayan büyük bir oyuk) yüksekte bulunan bu gizli raf, bizim evde dış kapının üstünde bir yer oraya saklar.
Kardeşim bak buraya annem bir şey koymuş. İçinde ne var. Çıkabilirsen çık bir bakalım dedi.
Kapıdan tırmanıp çıktım baktım ki, kapalı kap içindeki kırmızı erik. Birkaç tane alıp yiyip gerisini bırakalım derken, bir baktık hepsini yiyip bitirmişiz. Sonra kabın içine çekirdekleri koyup ağzını kapatıp tekrar yerine koyduk. Sonra da annem bizi çağırıncaya kadar suçlu suçlu oyun oynadık.
Eve geldiğimizde hemen annem sordu. Oğlum söyle bakayım. Benim buraya koyduğum erikleri kim aldı. Kim yedi. Kim bu erikleri yedikten sonra çekirdeklerini kabın içine koyup geri oraya koydu?
Artık her şey ortadaydı. Yalan söylemeye hiç gerek yoktu. Kız kardeşimi de korumak için bütün suçu üstüme alıp ben aldım. Ben yedim, dedim.
Annemden de bir güzel sopayı yedim. Meğer annem o günlerde aş yerirmiş. Yediğim sopaya hiç üzülmedim. Ama annemin o günkü durumunu öğrenince gerçekten o gün anneme yediğim sopadan daha çok üzülmüştüm. Annem dövse de çok sert vurmazdı. Ben de olur olmaz her şeye çok ağlamazdım. Her sözünü tutardım. Kardeşim ise. Söylenen sözleri pek tutmazdı. Kulak ardı eder, sonunda da unutup giderdi. O yüzden annem beni çok severdi.
O yediğim sopayı bir anda unutup hemen sokağa fırladım. Annemin daha nereye gidiyorsun demesine fırsat vermeden çıkıp sokağa tek tek arkadaşlarımı evlerinden çağırıp bu gün köyümüze gelen çerçiden kimlerin anası, babası kırmızı erik aldıysa hemen gidip evlerinize bakın yenmeyip duruyorsa her kes üş beş tane cebine koyup bana getirsin dedim.
Ben söyledikten beş on dakika sonra iki cebimde kırmızı erikle dolu olarak koşarak eve gelip anneme büyük bir sevinçle sanki kazanıp getirmişim gibi vermek istedim. Annem yine bana kızdı.
Oğlum, bunları kimden, nerden, nasıl bulup alıp geldin diye bin bir soru sordu. Söylememe rağmen hiç birini yemediği gibi getirdiğim tüm erikleri elimden alıp, tek tek arkadaşlarımın evine gidip, hepsinin annesiyle görüşüp helallik aldıktan sonra yedi.
Ölmeden önce ben elli beş yaşındaydım. Bakın o gün o hasta haliyle bana ne dedi. Bak oğlum seninle bir erik hikâyemiz vardı, dedikten sonra o günü bana tekrar anlatıp dedi ki, oğlum bak, ben, o gün senin bana getirdiğin o erikleri helal ettirmeden yeseydim. Bu gün altı çocuğum var. Kaç aydır felçli yatıyorum. Bak hiç biriniz bana bir of bile demediniz. Hepiniz çok güzel ve çok iyi baktınız.
Ben sizlerden çok memnunum. İnşallah, Allah’ta sizlerden memnun ve razı olur. Dedi ve bu konuşmamızın ardın çok bir zaman geçmeden de öldü.
Allah gani gani rahmet eylesin. Anacığımın ruhu şad olsun. Aziz ruhunun mekânı cennet olsun.
Bu günlere onlar sayesinde geldik. Güzelliklerini unutmayıp anlatmamız gerekir ki, bu gün bizi, biz yapan bu ahlaki ve kültürel değerler nesilden nesile anlatılıp taşınsın ki, sonunda da bizleri gerçek anlam ve manada insan yapsın. Geçmişte yaşayan atalarımızın anılarının kaybolmayıp yaşamasına saygımız olsun.
Hayat devamlılıktır.
Ağlayarak yazdım. Çok zor bitti.
15.01.2013
Cahit KARAÇ