Kırmızı Ayakkabılarım
Hışımla yataktan fırladım. Geç kalmıştım sınava. Alel, acele hazırlanıp otobüs durağına koşarak gittim. Nefes nefese kalmıştım.
Buz kesmişti ayaklarım. Otobüs gelmek bilmiyor derken; nihayet gelmişti.
Neyse sınava tam zamanında yetişmiştim.
İstanbul’da yaşamayı sevmiyordum. Karma karışık, aynı zamanda da çok soğuk bir kentti.
İstanbul Üniversitesi Hukuk 3.sınıf öğrencisiydim.
Bu dönemin son sınavlarından sonra, memlekete gidecektim.
Çok çalışmıştım derslerime. Sınavlarımı verirsem kafam rahat edecekti. Bir an önce hayata atılmak istiyordum.
Babamın kızı olduğumu, herkese kanıtlamak istiyordum.
Sınavdan çıktıktan sonra, yurda gidip memleketime gitme hazırlıkları yapmaya başladım. Akşama yola çıkacaktım.
İçim çok buruktu. Yaşadığım olaylardan sonra, ayakta durmaya çalışıyordum. Güçlü olmalıydım. Annem için; sevdiklerim için.
Hayata tutunmam lâzımdı.
Annemi çok özlemiştim. Bir an önce gitmek için sabırsızlanıyordum. Otogara gittiğimde ortalık ana baba günüydü. Herkes bir koşuşturmaca içindeydi. Kimisi mutlu, kimisi mutsuz insanlar.
Ayrılıklar yaşayanlar hüzünlü anlar yaşıyorlar; kavuşanlar mutlu, mutlu sevdiklerine sarılıyorlardı.
Otobüse bindiğim de, yan tarafıma bir babayla kızı oturdu. Hemen dikkatimi çekmişti kız çocuğu. Benim çocukluğuma ne kadar çok benziyordu.
Kırmızı bir bere atmış. Kırmızı bir manto giymişti.
Bukle, bukle sarı saçları vardı. Sürekli babasına sorular soruyordu, bıkıp usanmadan. Baba da büyük sabırla hiç bıkmadan cevaplıyordu.
Babamla yaşadığım günler geldi aklıma… Beni gözünden bile sakındığı babam.
Gözlerim doldu.
Babam kendi halinde bir terziydi. Ailesine, çocuklarına düşkün bir aile reisiydi.
Tek çabası bizlerdik. Bizlerin okumasıydı. Gece gündüz demeden, iğne batırıp çıkartır, eve iş getirirdi.
Annemle birlikte çalışıp didinir dururlardı.
Bayramdan bir gün önceydi. İşleri çok yoğundu. İş yetiştirmeye çalışıyordu.
Ben de çocuk aklıyla;
‘’babam bu bayramda galiba bana bayramlık almayacak’’ diye geçiriyordum içimden.
Çünkü elimden tutup beni çarşıya, pazara götürmemişti. Sessiz, sessiz ağlamıştım.
Babam akşam eve geldiğinde hemen ellerine baktım. Bana dair bir şey var mıydı? Ellerinde yine her zaman ki gibi iş poşetleri vardı. Yarın bayramdı ama bana bir şey almamıştı umudumu yitirmiştim.
—Hanım, çok acıktım elimi yüzümü yıkayayım hemen sofraya oturalım, dedi.
Bendeki durgunluğu fark etmiş olacak ki,
—Prensesim, babaya bir öpücük versene, oh baldan mıydı bu yanaklar, dedi.
Hafif buruk bir gülümsemeyle yanaklarına kocaman bir öpücük kondurdum. Yemeğimi yiyip hemen erkenden uyudum.
Yatağımda sessizce akıtmıştım gözyaşlarımı. Annemle babam sabahı etmişlerdi. Bir akşam boyunca dikiş makinesinin sesi durmamıştı.
‘’Ben istemez miyim bayramlığım olmasını. Kırmızı ayakkabılarım olsun, kırmızı eteğim’’. Hep hayalimde bu vardı. Kırmızıyı çocukluğumdan beri çok severdim.
Ağlayarak uykuya dalmışım. Sabah gözlerimi açtığımda. Gözlerime inanamadım. Babam bana kırmızı askılı etek içine de kırmızı çiçekli gömlek dikmişti. Birde kırmızı ayakkabı almış. Bir gece boyunca benim için çalışmışlar. Dünyalar benim olmuştu. Sevinçle odadan dışarı fırladım. Babamla, annem kahvaltı hazırlıyorlardı. İkisinin de gözlerinden uyku akıyordu ama mutlulardı. Babamın boynuna atladım. Öptüm, öptüm kokladım. Sonra da annemin kucağına.
Mutlulukla birbirlerine baktılar.
Babam bana gülümseyerek,
—Unuttuğumu sandın değil mi küçük prenses, unutur muyum hiç.
Çocukluğumda unutamadığım anlardan biriydi. Onları çok seviyordum.
Çok güzel günlerdi o günler. Her şeyin tadı bir başkaydı sanki. Zamanla neler değişmiyor ki.
Bir gün çok rahatsızlanmıştım. Çok yüksek bir ateş, mide bulantısı ayakta duramıyorum. Babamın beni doktor, doktor kucağında taşıması.
Anne, baba hayatımızdaki en değerli varlıklarımızmış. Çocukluğum yaşadıklarım gözümün önünden bir film şeridi gibi geçerken, ben sessiz, sessiz gözyaşları dökerken otobüs alacakaranlıkta yola devam ediyordu.
Yavaş, yavaş gün ışınları ile birlikte şehre girmiştik bile. Çok heyecanlıydım. Her tarafı buz tutmuştu. Otogara girdiğimizde, sarıp sarmalanıp hazır bir hale geldim hemen.
Sabırsızlanıyordum. Bir an önce bagajımı alıp, Otobüs durağına gitmek istiyordum.
‘’Bu şehir öldürecek beni’’ dedim. Hem seviyorum kopamıyorum, hem de acı veriyordu bu kent bana. Kopamazdım ki. Yaşadığım hatıralardan, sevdiklerimden nasıl kopabilirdim.
Evin önüne geldiğimde elimde valizlerim, kapının önünde duraksadım. Bir süre durdum öylece.
Elim zile yetişmiyordu. Bin türlü şey geçiyordu aklımdan.
Burası benim yuvam, canım ailem.
Keşke zile bastığımda; babam kapıyı açsa her zaman ki gibi. Boynuna atlasam, öpüp koklasam onu.
‘’Canım babam, ben geldim bak deli kızın geldi’’ desem.
Parmaklarım kapı zilinin üzerinde öylece kala kaldı. Gözyaşlarına boğuldum.
Olmayacak şeyler düşünüyordum. Babamı kaybetmiştim.
Nasıl kapı açabilirdi bana. Ama öyle çok isterdim ki. Kapıyı babamın açmasını sımsıcak, şefkatli sesiyle,
—Benim prensesim mi gelmiş, hoş gelmiş demesini…
Annelerimizi babalarımızı, hayattaki en değerli varlıklarımızı kaybetmeden değerlerini bilelim. Boyunlarına sarılalım seni seviyorum diyelim.