Kirlenen Dünyanın Çocuklarıyız
Günler geçerken tüm iki yüzlülüklerimizle hayatımıza devam ediyoruz. Bulunmaz, vazgeçilmez sanıyoruz kendimizi. Bir yakınımız, tanıdığımız öldüğünde cami avlusunda, mezarlıkta anlıyoruz hayatın hiçliğini. Ölen kişinin arkasından tüm koşturmacalarımızın ne kadar da önemsiz olduğu, kavgaların, gönül kırgınlıklarının anlamsızlığı üzerine konuşmalar yapıyoruz.
Bir gün hepimizin o musalla taşının üzerine yatırılacağımızın bilinciyle birkaç dakikalık dünya koşturmacalarının anlamsızlığını anlıyoruz. Sonra yeniden o hayatın boğuculuğuna kaptırıyoruz kendimizi.
Hayat devam ediyor. Hayat devam ederken yolsuzluklar, yoksunluklar, yokluklar, yoksulluklar da devam ediyor. Değişsin istiyoruz başkasının değil, yalnızca kendi hayatımız. Değişsin istiyoruz hayatımız ama kolay yoldan. Emek ve çilekeşlik olmadan en kısa yoldan hayatımız kurtulsun istiyoruz.
Çalışmadan, emek vermeden mutlu ve kolayca yaşayalım istiyoruz. Bu amaç için her yolu mübah görüyoruz.
Dostlukları önemsiyor gözüküp, dostluklarımızı günü birlik menfaatler için satabiliyoruz.
Aşkın ve sevginin peşinden koştuğumuzu zannederek sevdiklerimizin hayatını cehenneme çeviriyoruz.
Sevdiğimizi ölümüne seviyoruz. Sonra da gözümüzü kırpmadan sevdiklerimizi öldürüyoruz.
Sevdiklerimize nasıl davranıyorsak, ülkeyi severken de aynısını yapıyoruz.
Sevdiklerimiz başkasını sevdiğinde, sevdiklerimizi başkası sevdiğinde nasıl cinayetler işleyebiliyorsak, cinayet işlemeye hazırsak; ülkemizi de bizim dışımızda sevenler olduğunda onların sevgilerinden kuşku duyuyoruz. Onlara hayatı cehennem edi-yoruz.
Bu topraklar üzerinde yaşanan aşk cinayetlerine ve ülke adına işlenen cinayetlere bakın nasıl da birbirlerine benziyorlar.
Ne aşkımızla mutlu bir hayat sürderebiliyoruz, ne bu topraklar üzerinde umudu yeşertebiliyoruz.
Aşkı bilmeyen bu toprakların çocukları kendisini sevmesini bilmiyorlar.
Kendisini sevmeyi bilmeyenler başkalarını da sevemiyorlar. Başkasını sevmeyi beceremeyenler kendilerini de sevemiyorlar.
Kendine eziyet etmekten hoşlanan bu toprakların çocukları, başkalarının eziyet altında olmasından da mutluluk duyuyorlar.
"Altta kalanın canı çıksın" diyerek, üstte olabilmek için her türlü yolu mübah görüyoruz. Yeter ki biz altta olmayalım. Ne zaman ki alta düşüyoruz, o zaman da bize yardım edilsin istiyoruz. Yardımsever bir millet olduğumuz anlatılıyor ancak sokaklar yardıma muhtaç insanlarla dolu. Küçük bir kesim mutlu bir azınlık, büyük bir çoğunluk ise mutsuz ve umutsuz.
Herkesin başına gelebilir mi?
Geçtiğimiz günlerde 'Dört Bilen"de bir hikaye vardı. Hikayenin kahramanı bir taksiciydi. Hikayeyi özetlemek istiyorum size.
"Taksici günün yorgunluğu ile evine erken dönmek istiyordu. Fakat her şey insanın istediği gibi gitmi-yordu ki.
İçinde hafif bir öfke ile abisini düşündü; "Ah!. . abi, bırakmadın şu kumarı, borçlanırsan tabi yakana yapışır tefeciler."
Tam böyle düşüncelere dalmışken tali yoldan çıkan bir adamın el salladığını gördü, sevindi. Taksisiyle hemen adamın önünde durdu. Adam taksiye bindi ve telaşla anlatmaya başladı; "Lütfen acele edin, şu ara sokakta" Taksici rahatsızlanan birini alacaklarını zannetti ama adam konuşmaya devam ettikçe canı sıkıldı; "Aman Allahım, korkunç bir şey adamı dört yerinden bıçaklamışlar.
Adam nerdeyse kan kaybından ölecek. Kimse yardım etmiyor, herkes toplanmış seyrediyor. Ne kadar duygusuz, umursamaz bir toplum olduk, seyrediyorlar!." Taksicinin canı sıkıldı; "Arabam kan içinde kalacak" diye düşündü.
Diğer adam devam ediyordu; "Hele iki araba yaralıyı almayınca şok oldum, hâlâ inanamıyorum. Düşünebiliyor musunuz? Bir adam kan kaybından ölmek üzere ve iki araba gaza basıp gidiyor. Düşündükçe deli oluyorum. Hah geldik, yaralı olan şu kalabalığın içinde"
Taksici yumuşak bir sesle;
"Hadi siz yaralıyı getirin, ben de arabanın yönünü çevireyim de vakit kaybı olmasın"
"Tamam" diyerek adam indi, kalabalığın arasına koştu, bağırdı;
"Açılın, açılın taksi geldi" Ama daha yaralının yanına varmadan uzaklaşan araba sesiyle irkildi, hızla döndü; plakası görünmesin diye ışıklarını söndürmüş halde taksinin hızla uzaklaştığını gördü.
İçinde bir şeylerin koptuğunu hissetti, ağlar gibi bir sesle inledi;
"Yarabbim!. . Yarabbim!. . Ne oldu bize, ne oldu? " olduğu yere ümitsizce çömeldi.
Taksici dikiz aynasından geriye son bir kez baktı, bağrışmalara küfürlere aldırmadan tekrar gaza bastı.
"Bana ne yav, işin yoksa yaralıyı al, arabayı kirlet. . . Başka taksi mi yok? Nasıl olsa şimdi bir tane bulurlar. "
Vicdanını da susturduktan sonra cebinden çıkardığı yabancı sigaradan bir tane yaktı. Taksici o gece bir süre daha çalıştıktan sonra evinin yolunu tuttu. İçi huzur dolu evine yaklaşmıştı ki evinin önünde bekleşenler olduğunu gördü. Meraklandı.
Arabasını garaja çekip daha sonra ne olduğunu öğrenmek istedi ama bir komşusu onu durdurdu;
"İstersen arabayı yerleştirme, lazım olabilir. "
Şaşkın indi, kapının önünde ağlaşan hanımı ve çocuklarına yaklaştı: "Ne oluyor? " Hanımı ağlayarak boynuna sarıldı;
"Abin öldü. "
Baştan aşağı titredi; "Abim mi? Nasıl?"
"-Bıçaklamışlar, kan kaybından ölmüş. "
Taksicinin içi korkuyla sarsıldı; "Nerede, ne zaman? "
Karısının cevabıyla yıkıldı. Gözünde farlarını kapatarak kaçtığı sokak ve kalabalık canlandı; kalabalığın içinden kanlar içinde tanıdık bir yüzün kendisine baktığını görür gibi oldu. Baygın yere yığıldı."
Bu hikaye dört yıl kadar önce yayınlandı gazetemizde. Geçen hafta büyük bir gazetemizin manşetinde şöyle bir haber vardı. Küçük kardeş kendisine cep telefonu aldığı için bağıran abisini bıçakla bacağından yaralamıştı. İki saat boyunca taksiler "arabamız kanlanır" diye yaralıyı hastaneye götürmemişlerdi.
Abi hastaneye iki saat sonra götürülebilmişti. Ve yaralı abi kan kaybından dolayı ölmüştü.
Bu topraklar üzerinde iyi adına ne söyleseniz elinizde kalıyor. Kısacası, şarkıda olduğu gibi "Biz büyüdük ve kirlendi dünya."
Not: Çocuklarımız büyüdüğünde onlara kirletebilecekleri hiç bir unsur bırakmayacağımız için, kendimizle övünelim mi?..
Bence düşünmeye değer...