Kimsenin Yüzü Gülmüyor!..
Öylesine karamsar bir toplum olduk ki, hiç kimsenin yüzü gülmüyor.
Suratlardan düşenler bin parça adeta.
İşçisi gülmüyor, memuru gülmüyor, çiftçisi gülmüyor, doktoru gülmüyor, öğretmeni gülmüyor, öğrencisi gülmüyor...
Kısacası, toplumun tüm kesimlerinin yüzleri gülmüyor. Sanki hepsi asık yüzlü bir maske takmış gibi dolaşıyor.
Herkesin kendine göre bir derdi, bir büyük sorunu, halledemediği bir problemi var.
Toplum mutsuz, toplum huzursuz, toplum geleceğinden kuşkulu...
Hepimiz büyük bir geçim derdi içerisinde, yarınlarımızın ne olacağının hesabını yapar hale dönüştük. Tıpkı kukumav kuşları gibi...
Hani, “düşün düşün şoktur işin!..” gibi.
Televizyonları açıyorsunuz, kavga kavga kavga...
Devletin en tepe noktasındakiler neredeyse birbirlerinin gırtlaklarını sıkacak boyuta gelmişler.
Biri, diğerine bir laf söylüyor, diğeri de altta kalmıyor ve daha ağırını karşılık olarak veriyor. Tabii bu karşılığa da daha da ağır bir karşılık gelmekte hiç gecikmiyor.
Toplum mühendisliği diye bir kavram var ya, bunlar da kesinlikle “toplumu germe mühendisliğine” soyunmuşlar!..
Bakalım gere gere ne zaman kopartıp, sosyal bir patlamaya yol açacaklar. O zaman kullanmak için de kınalarını şimdiden hazır etsinler hiç olmazsa!..
Sanırım bol bol lazım olacak!..
Haberleri izliyorsunuz, kavga dövüşlerin yanı sıra, karamsar karamsar haberler. Kimi hırsızlık, kimi soygunculuk, kimi de dolandırıcılık yapmış, yaptığı da hemen hemen yanına kâr kalmış.
Özellikle şu son dönemde, devleti tokatlamak da yeniden moda olur hale gelmiş üstüne üstlük.
Ölümler, öldürmeler, anne katilleri, baba katilleri, evlat katilleri haberlerin olmazsa olmazları arasında her günkü olağan yerini alıyor.
Bu kadar yüksek suç oranına, polis mi dayanır, savcı mı, hakim mi? Hangi birine yetişeceklerine şaşırdıkları için onlar da sanırım bazılarını görmezden gelmeye çalışıyor, ister istemez işleri savsaklama yönünde hareket ediyor.
Geçtiğimiz gün, eski Başsavcı Ünal Yalıncak ile sohbet ediyoruz. Türkiye’deki cezaevlerinin kapasitesinin en fazla 35-40 bin kişi civarında olduğunu, ancak 70 bin mahkumu barındırdığını vurguluyor.
İçeridekiler yer yokluğundan artık yataklarda vardiya usulü yatıyormuş. 12 saat biri volta atarken, diğeri yatıyor, daha sonra volta atan uyuyanı kaldırıp, “hadi sıra bende” diyerek, yer değişiyorlar.
Gülünecek mi, ağlanacak mı bir durum artık gerisine siz karar verin...
Buna karşılık, 80 milyon nüfuslu Almanya’da sadece 25 bin savcının görev yaptığına işaret ederken, hemen hemen bu nüfusa yaklaşan Türkiye’de toplam 3 bin 500 savcının, her geçen gün artan suç oranına ve değişen suç şekillerine yetişmeye çalıştığına dikkat çekiyor.
Artık ne kadar yetişebilirlerse...
Almanya ile Türkiye arasındaki ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal farklılıkların uçurum boyutunda olduğunu da düşünürseniz, bizim savcılarımızın artık olaylara yetişebilmek için eve iş götürdüklerini de hesaba katın.
Her anlaşmazlığı mahkemede çözmeye alışmış, bunun için de en az 3-5 yıl mahkeme kapılarında sürünmeye mahkum olmuş bir millet olarak, bunun çözümünü de artık devlet düşünmelidir.
Ekonomi haberlerini dinleyeyim bari diyorsunuz.
“Hay lanet olasıca!..” deyip, dinlediğinize bin pişman oluyorsunuz. Doğalgaz zammından, mazot ve benzin zammına kadar bir sürü haber bombardıma karşısında abondone oluyorsunuz.
Benzer bir tartışma programları ile kafa toplamaya çalışırken, bu kez de ülkenin içinde bulunduğu onulmaz durumla karşı karşıya kalıyorsunuz.
Borçların 450 milyar doları geçip, koşar adımlarla 500 milyar dolara doğru uçtuğunu öğrenip, dış ticaret açığının koşar adımlarla 50 milyar dolardan 60 milyar dolarlara koştuğunu duydukça, ne kadar ithalata dayalı bir toplum olduğunuzu anlıyorsunuz. Cari açık rakamını da duyunca, ister istemez eliniz poponuza gidiyor!.. Öyle ya, ama öyle ama böyle, devlet bu açığı sizden çıkartacak!..
Sanki bu açığı siz yapmışsınızmış gibi...
Bir tarafta yandaşına medya kurdurmak için 750 milyon dolar krediyi devlet kesesinden, hani neredeyse karşılıksız gibi veriyor, öbür taraftan işçisine, memuruna, emeklisine kepçenin sapı gibi yüzde 2+2 ile “bunu al da... ne yaparsan yap” deniliyor.
Benzer olaylar üst üste gelince de, cari açık akaryakıttı, sigaraydı, vergiydi, algıydı yine vatandaşın sırtından çıkarılırken, çalıklar çuluklar ihya kere ihya oluyor.
Bunlardan da sıkılıyorsunuz, bari magazin programlarına takılayım da, biraz kafam dağılsın diye düşünüyorsunuz, düşündüğünüze bin pişman oluyorsunuz.
Kim, kimi, nerede, nasıl götürmüş(!) bunları öğreniyor, kültür ve sanat bilgilerinize değerli katkılar sağlıyorsunuz.
Diva neler demiş, imparator kimi elde etmiş, ana kraliçe hangi beyaz atlı prensi nerede kapama yapmış, hangi azgın teke hangi masum kuzucuğu çevirme yapmış, hangi kart zampara ile körpe manken halvet olmuş, hangi iki şarkı sözü ezberleme ile kendini sanatçı gören hatun kişi, diğer kendinden kıdemli hatuna neler demiş de reklam malzemesi yapmış, maşallah döndüre döndüre önünüze seriyorlar.
Memleketimin sorunları öylesine gırla ki, sanat camiası(!) bilem birbirine girmiş meğersem!..
Nasıl üzülüyorsunuz, nasıl kahroluyorsunuz, nasıl perişan oluyorsunuz, anlatmak mümkün değil.
Sabah haberlerini de benzer duygu ve düşünceler içerisinde takip edip, içinizi kararttıktan sonra, kahvaltı ederken, ardından birbiri ardına patlayan (pardon başlayan) kadın programlarına gözünüz kayıyor!..
Allah Allah... Kadın programı olmaktan çıkmış, “Kimin eli kimin cebinde” programlarına dönüşmüş adeta.
Kan, vahşet, dehşet, katliam, intikam, aldatma, bilimum tekmili birden bu sinemada (yine pardon, bu programda)...
Yahu, biz ne kadar birbirimizi becermeye meraklı bir milletmişiz haa... Vallahi inanmayan, sabah kadın programlarına bir takılsın da görsün. Doğru mu yanlış mı kendisi karar versin.
Magazin programları halt etmiş yanlarında. Hadi orada kendi reklamlarını yapmak için, olmadık hikayeler uyduran yosmalar var diyelim. Ya bu kadın programlarında, varoşlardan tutun da, bilmem ne köyündeki ensest ilişkiden tutun da, hısım akrabasına kadar olmadık aşk ve seks ilişkisi yaşanların toplumsal ve sosyal durumları hiç mi irdelenmez bizim ülkemizde. Onlar reklam meklam peşinde olmadıklarına göre, bu toplumun ne kadar dejenere olduğunun kanıtı olmuyor mu?
İster istemez, “Biz nereye gidiyoruz böyle?” diye sorma ihtiyacı hissediyorsunuz.
Can havliyle kanallarda dolaşırken, kendinizi bir spor programına kitlemeye çalışıyorsunuz.
Yahu, bu spor programı mı, yoksa magazin programı mı diye tereddüt ediyorsunuz!.. İyi de artık spor adamlarına magazin programı mı yaptırıyor diye uzun uzun ekrana bakıp, bir şeyler anlamaya çalışıyorsunuz.
Yooo, kimi spor yazarı, kimi bir zamanların ünlü eski topçusu, kimi eski hakemi falan da, yaptıkları ya da anlattıkları sporla mporla ilgili değil ki!..
Sanki bir yarışma programı, almış karşılarına birilerini fırça üstüne fırça atıp, aşağılama yarışması yapıyor sanki. Garibin karşısındaki de, üç kuruş para kazanayım diye, karşısındaki egoist ve de mazohist ne derse, “Tamam hocam” diyerek biat ediyor.
Futbolcu eskisi de, bir kulüp başkanını göklere çıkarırken, diğerini neredeyse yerin dibine sokacak. Onun ne kadar alçak, ne kadar kakavan biri olduğunu ballandıra ballandıra anlatırken, diğerine de yalakalık düzeyinde methiyeler düzüyor. Belli ki, bir maaş da oradan geliyor. Maaşını da hak etmeye çalıştığı aşikar.
Yarışma programlarında salya sümükler artık mendille değil de, çarşaflarla silinmeye çalışılıyor. Sanki taş atıp kolu yorulmuş gibi bilmem kaç bin YETALE’yi kaybeden hüngür hüngür ağlıyor.
Öff be, ben nerede yaşıyorum yahu!..