Kimlikli Bir Aydın:Turgut Cansever
Turgut Cansever'le birlikte çok sohbet etmiş olmanın, kurduğum kültür merkezinde bir çok etkinlik yapmış olmanın hazzı ve hüznü birlikte geliyor ruhumun sokaklarına.Gerçek bir aydın, gerçek bir mimar ve gerçek bir İstanbul beyefendisi tanımanın rüzgarı dolaşıyor zihnimde.
Gerçekleştirdiğimiz panellerden birinin kısa özetini anısına sunarken Allah'tan rahmet diliyorum gani gani. Korhan Gümüş: Konu sorumuz genel olarak insan yerleşmeleri.Konut sorunu konusunda hepimiz çeşitli görüşlere sahibiz. Epey zamandır konutla ilgili, Türkiye’nin konut sorununa genel yaklaşımlar konusunda farklı düşünce çerçeveleri ortaya çıktı bildiğiniz gibi. Konut sorunu 1970’lerde genelde bir konut açığı sorunu olarak anlaşılıyordu. 1980’lerden sonra konut sorunu çok anlamlı bir çerçevede çok geniş bir çerçevede tartışılmaya başladı Türkiye’deki çeşitli meslek çevreleri, sivil toplum kuruluşları ve siyasetçiler. Ben şimdi konut sorunuyla ilgili olarak Türkiye’nin konut sorununa yeni yaklaşımlar geliştirmek amacıyla Türkiye’de özellikle mimarlık çevresindeki tartışmalardan başlayarak genelde siyasi düzeydeki tartışmalara uzanan, süresi çok kısa bir takım saptamalar yapmak istiyorum:
1970’lerden önce Türkiye’de kente göç olayları başladıktan sonra konut sorunu genellikle biraz ekonomist bir yaklaşımla kentlerdeki konut açığı olarak anlaşılmıştı ve konut sorunu denilince genellikle ilk akla gelen şu kadar barınak ihtiyacı var şu kadar konut yapılması gerekiyor gibi şeyler. Daha sonra kentlerde gecekondu olayı, kaçak yapılaşma olayı bir taraftan başını alıp giderken bir taraftan da toplu konut uygulamalarında da bazı sorunlar olduğu tartışılmaya başlandı. O zaman iki kesim farklı tezlerle ortaya çıktı bir kesim; tamamen kaçak yapılaşmayı ve gecekonduyu konut sorunun merkezine yerleştirirken, diğer taraftan yasal sahada resmi sahada gerçekleşen konut üretimine yeterli bulmazken, bir başka taraftan da bazı yaklaşımlar gecekondu, kaçak yapılaşma ve resmi sahadaki konut üretimini bir bütünlüklü yapı içinde, karşılıklı ilişkiler içinde değerlendirme gereğini duydular ve akademik planda daha bütüncül bir tartışma çerçevesine doğruda kimi uzanımlar kimi yaklaşımlar oldu.
Son olarak Türkiye’deki tartışmalarda resmi sahalarda bir takım imar normlarına göre gerçekleşen konut faaliyetleri var, Diğer taraftan da büyük kentlerde göçün etkisiyle, iktisadi değişimlerin etkisiyle yasadışı yapılaşma olgusu yaşanıyor. Hatta bugün İstanbul’da bu yasadışı yapılaşma oranını %60’ları geçtiği iddia ediliyor.Bu gerçekten çok ilginç bir durum ve böyle bir durumda resmi saha içinde tanımlamaya çalışanlar bugün bir temsil krizi olduğunu fark etmeye başladılar. Bir planlama aletinin de kentlerin çok küçük bir bölümünü denetleyebildiğini diğer taraftan da gerçekleşen toplu konut uygulamalarında yaşama çevresi niteliği açısından çok ciddi sorunlar olduğunu fark etmeye başladılar diğer taraftan konutların bir değer transferi aracı haline gelmesi nerdeyse ihtiyaç için değil mekandan edinilen değerin başka sahalara yatırılmak üzere bir tür transfer aracına dönüşmesi gibi bir olgu yaşandığını söylediler. Fakat kuramsal bazı boşluklar olduğu yeni gündeme geliyor. Çünkü yaşama çevresindeki nitelik kaybını genellikle mesleki çevreler nüfus artışına, teknoloji gelişimine bağlıyorlar, betonlaşma falan diye ifade ediliyor, betonarme karkas tekniğinin konut yapımını ucuzlaştırması gibi şeylerden söz ediliyor. Böyle dışsal bir takım parametrelere bağlayarak konut sorunun kendisi hakkında açıklamalar getiriliyor.
Turgut Cansever: Korhan bey çok güzel özetledi ben biraz daha açıklığa kavuşturmak istiyorum. Bir dizi kültür politikasıyla ilgili kavaramlar bizi geldiğimiz noktaya getirmiş bulunuyor. Mesela sanatın seyir sanatına dönüştürülmesi meselesi, sanatın seyir sanatından öncelikli bir yere sahip olduğu kanaatinden hareket edildi. Tanzimat’tan sonra başladı bu tavır, bu gelişme Cumhuriyet’te güçlendi. Tiyatrocular, oyuncular toplumun en önemli insanları, tabii ayak topu oyuncuları onlarla seyredilenler onlardan daha da önemli. Bunlar karşısında insan dışardan seyirci. Zaman zaman gazetelerde tiyatro tenkitleri yazılıyor, resim tenkitleri daha çok yazılıyor, tabii topa şöyle veya böyle vurulduğunun tenkitleri bütün halkımızın esas meselesi.yani topa iyi vurulduysa sanki bütün dünyanın meseleleri çözülecekmiş gibi bir hava toplumda geliştirilmiş bulunuyor. Ama bu ülkede Korhan beyi söylediği gibi şehirlerde yaşayan nüfusun yarıdan fazlası en hafif depremlerde çökebilecek binalarda yaşıyorlar bunun hiç önemi yok. Yahut köylerimiz 150 senedir hiçbir bakım veya hiçbir teknik katkı görmemiş evlerden teşekkül ediliyor bununda hiçbir önemi yok.Doğrusu toplum çok vahim bir şekilde yanlış kültürel yönelişler itilmiş bulunuyor. Yani 55 milyon insana önümüzdeki otuz senede eğer sayın Vehbi Koç’un önerdiği nüfus kontrol halinde olursa şehirlerimizde ev inşa etmek mecburiyetinde kalacağız. Köylerdeki evlerin yarısı boşalsa nüfusun 15 milyonu şehirlere göç ederse şehirlerde de 15 milyon için yeniden ev inşa etmek zorunda kalacağız. Bu toplumun 70 milyon insana ev üretmek demek. Rakam hiç abartılı değil. Takriben 13-14 milyon insan bugün gecekondularda yaşıyor, onların 10 milyonunun evlerinin yenilenmesi, depreme dayanıklı hale getirilmesi veya sağlıklaştırılması söz konusu olsa bu 10 milyon kişiye ev inşa etmek demektir.
Ülke nüfusu 90 milyon kişiye ulaşacak, bugün 60 milyon, 30 milyon kişiye yine şehirlerde ev inşa etmek gerekecek buda 40 milyon kişi demek. 90 milyonluk nüfusu tarımın besleyebilmesi için tarım alanlarından 15 milyon kişiyi şehirlere aktarmak zorundayız ki tarım tekniklerini modernleştirebilelim, makineyi tarım alanlarında kullanmak imkanı doğsun.Bu nüfus hareketinden dolayı da 15 ev düşerse bunun toplamı 55 milyon kişi yapar. Tabii insanların teneffüs edecek havası olmayan yapı gruplarının içerisinde yaşamaya mahkum olduklarını Nişantaşı’nda 1974 yılı Temmuz ayında Hollanda’dan getirilen yeni hava kirliliği ölçme makinelerinin bozulmasıyla ifade ediliyor.Makineler bozuldular, bloke oldular ve çalışmadılar, makinelerin ölçme sınırları tamamen gitmişti Temmuz ayı, Nişantaşı’nın boş olduğu bir mevsim, toplumun en zengin kesiminin çocuklarını yerden 80cm yüksekte pusetlerde yürüttüğü yerde makineler kirliliği ölçemiyordu. Sonra o makineler Ankara’da kullanıldılar ve orada kirliliği ölçtüler. Böyle bir ortamda bunların ıslahı bir kenara Türkiye 55 milyon kişiye ev inşa edecek ve bunun önemi yok.
Bu arada Habitat 2 Dünyada yapılacak en büyük teknik meseleler toplantısı, toplantının konusu mesken, çevre. Habitat 2 hazırlayıcıları Birleşmiş Milletlerin yöneticileri üç temel ilkeden hareket ediyorlar. Birisi katılım, insanın çevresinin oluşumuna katılımının şart olduğunu ortaya koyuyorlar. Bu iki açıdan şart çünkü mikro kozmosluğun bir unsuru olarak kendi yaşadığı yakın çevrenin meselelerini yukardan karar verenlere göre daha iyi biliyor, bu yanılgıları önlemek için, yani toplu konut inşa edip de içerisine gelin oturun siz bunun içinde oturmaya mecbursunuz dediğiniz zaman bu insanların bu haklarını hiç dikkate almıyorsunuz. Asli bir yanlış. İkinci olarak insanlar eğer çevrelerinin oluşumlarına katılırlarsa bu defa bu ülkenin tarihi kültüründen naklederek bir şey söylemek istiyorum; insan kendisini dünyayı hüsnü muhafaza etmek, güzel muhafaza etmek ve güzelleştirmekle ……….yüklendiği zaman bu memleketin on asırlık dininin, inancı şu ki; o zaman insan biçimindeki fizyolojik varlık olmaktan çıkıp yüce varlık haline geliyor. Şöyle ki Allah’ın yarattığı dünyanın muhafazasıyla sorumlu hissediyor kendisini. Ve onu daha da güzelleştirmekle yükümlü sayıyor.Bu şartları yerine getirdiği zamanda asıl başına büyük filozofu Marks Helen’in söylediği gibi; Allah’ın dünyada halifesi yaradılışın en yücesi oluyor. Çünkü her insanın bu yüce güce erişme hakkı varken bu hakkı elinden aldığımız insanlara karşı en ciddi suçu işlemiş oluyoruz.
Birinci ilke bu, ikinci ilke ise çevrenin ve oluşumun korunması ve devam edebilir olması.Bu noktada da Birleşmiş Milletler bir meselenin üzerinde yeteri kadar durmuyor ama işaretletiyorlar.Yani buna işaret var. Çevrenin korunması demek yeşillerin ve çevre aşıklarının dile getirdikleri gibi münhasır tabiatın mutlak şekilde korunması değildir. İnsanın dünyada yaptığı ve tabiatı en fazla değiştiren ürünü yapılardır.Tabiat üzerine yerin kabuğu diyenler yere biçim veriyorlar ve hayatın oluşumunu düzenliyorlar. Var olan tabiatla insanın yaptığı arasındaki münasebeti belirliyorlar, insanın tabiatla münasebetini belirliyorlar. Burada bu düzenleme nasıl olmalı ki sürdürülebilir olsun? Bu soruda gündemde. Buna verilebilecek birkaç yanıt var. Hayata saygı duyarak olmalı, bu tabii evrensel tercih, buna benzer birkaç evrensel bu sürdürülebilir olmanın temelinde yatıyor. Bunların bir kısmi üsluba, kültüre ait alanlar ve bu alanlarda gerçek bir evrensel bilgi temeli olmadan yapılacak girişimler başarısız oluyorlar. Mesela o başarısızlığın nedenlerinden birini söyleyeyim; bütüncül bir görüş olmadığı için Türkiye’de ormancılar ,üzerinde hiç ağaç da olamayan yerleri orman alanı işaretlemiş olarak bu orman alanlarıyla ilgili son derece fanatik olarak bu orman alanlarıyla ilgili hiçbir şey yapılamaz diyorlar……… da aynı şeyi söylüyorlar, sahilleri, nehir kenarlarını koruyanlar da aynı şeyleri söylüyorlar.Dünyada şehirleri yoğunlaştırmaktan başka çare kalmıyor, hiç yer kalmıyor. Tek başına yaklaştığı an bu fanatik yaklaşımlar bütüncül bir yerleşme felsefesinin eksikliği son derece büyük tıkanmaların sebepleri oluyor. Ayrıca bu bütüncül yaklaşımların eksikliği şöyle; bir bölgede filan yere falan yere gitmek ihtiyacının tahminlerine göre yol yapılıyor yada bilmem şu gerekiyor diye liman yapılıyor.Ama o bölgede olan olayların bütünlüğünü, münasebetini düzenleyecek bir fikri asır başından beri, Alman coğrafyacılarının meselenin bütünlüğünü ortaya koymasından beri , Pensilvanya Üniversitesi’nin mekan ekonomisinin düşüklüğünü gündeme getirmesinden beri biliniyor. 1950’lerden beri ikinci Dünya harbinden sonra …….sonrada biliniyor.
Türkiye’ de bölge planlamayı kurduk, çalıştırdık ancak bölge planlamayı anlatan arkadaşımız bir maliyeci devlet planlama müsteşarına heyecanla anlattığı için maliyeci devlet planlama müsteşarı; bölge planlama bölgeciliktir, bölgecilik de bilmem neciliktir onun için buna son verilmelidir dedi ve bütün bütünlük kurma faaliyetlerimiz yok edildi. Bir limanla ulaşım sisteminin bağlarını ancak insanların iyi niyetleri, iyi niyetli çabaları bin bir engeli aşarak kurabiliyor. Korhan beyin söylediği gibi bu bir ekonomik mesele haline getirildi, para verilirse konut meselesi halledilir. İkinci olarak şehirlerde ki konut meselesine baktığınızda başka meseleyle birlikte, hava kirliliği, trafik sıkışıklığı berberinde geldi. Korunacak bir dünyada, güzellikleri korunacak, güzelleştirilebilecek bir ortamda bu sorumluluğun yükümlüleri isek nasıl hareket etmemiz gerekir? Bunun cevabını araştırmamız gerekiyor. Bir takım insanların tabiatı korumaya önem veriyor fakat bunu geliştirecek temel disiplinin, temel felsefi görüşün üzerinde durmuyor.Ama Türkiye’de yalnız ormanların, yeşilliğin korunması, şehirlerde park alanlarının büyütülmesi diye tarif ediliyor. Tabii tarihe bir parça daha dikkatli baksak eski Anadolu şehirlerinde 100m2’lik bir arsa üzerinde 100m2’lik bir ev inşa edildiğinde o evin zemin katta işgal ettiği yer 45m2 oluyor, üst katta cumbalarıyla 55m2 oluyor ve bu evde üç yatak odası altı kişilik bir aile olursa 55m2’lik bahçe katında kişi başına 8m2 bahçe düşüyor. O evde ev kadını çocuğunu daha ilk günden bahçeye çıkartabiliyor, evin yaşlısı varsa oda sürekli bahçede yaşama imkanına sahip olmuş oluyor. Bugün bunu yok ederek İstanbul’da kişi başına 2,5m2 belki daha da az, otomobili olanlar için 30km’lik yol kat ettikten sonra erişebilecekleri yeşillikler hesaba katılarak var olanlar. Son derece ilerlemiş bir planlama politikası ve planlama yaklaşımı 1960’ta benim yazdığım gibi, o tarihte yazdığım yazıda Türkiye planlamasını yöneten beş kişiyi bir araya koysanız bir haftada bir şey yapamazlar. Onlara teslim edildiği için Türkiye’nin yönetimi, Türkiye bu hale geldi. Onlara niçin teslim edildi? Çünkü onlar toprak spekülasyona hakim olan sınıftalar, politikacılar. Herhangi bir bütünleyici plan söz konusu değil. Burada plan yapmakla, iyi ve kötü plan yapmak arasındaki farka dikkat çekmek isterim.
Türkiye’de dünyanın en kötü planlaması bir asırdır bulunuyor. 1943 yılında ilk şehircilik dersine Güzel Sanatlar Akademisinin Mimarlık bölümünde girdiğimizde ……… sınıfa sordu; söyleyin bana Türk Milletini ne aldı. Herkes bir on beş dakika söylenmeye başladı daha sonra gülüşmeler oldu . Anladım bilemeyeceksiniz dedi. Ben söyleyeyim dedi;………….. herkes gülmeye başladı. O da; gülmeyin çok ciddi söylüyorum dedi. Eğer belediyelerin kasalarındaki imar planları tatbik edecek yöneticiler çıkarsa bu memleket birkaç asır belini doğrultamayacaktır dedi. Yapılan planlar yapılan amaçların tam tersine temayülleri toplum içerisinde geliştiriyorlar. Kullandığımız aletlerin doğrudan etkileriyle doğaya etkilerinin ne olacağını hesap etmeyen, imar yönetmeliği var bu yönetmelik maddesi 25 senedir Türkiye’de 1950’den sonra kullanıldı. İyi plan yapacakları toplumun olması gerekiyor.
Şimdi bu şehirleşmenin bu spekülatif, ahlak açısından sorun getiren yapısı içerisinde hangi mimar bu işleyişe yardım ediyorsa onun piyasada işi yoktur.Bu spekülatif işleyişin dışında kalmak isteyenler ülkeyi bırakıp gittiler veya ülkede işsiz kaldılar. Türkiye’de böyle olunca, tabii Allah rahmet eylesin Selahattin’in ızdırapla bana söylediği bir cümle var, Turgut bey bütün ömrümde bana şöyle 30-40 tane yan yana ev sipariş etsinler de onun projesini yapayım ben. Ama bütün Türkiye’de gördüğümüz Türkiye’nin en kötü binaları yapıldı. O kötü binalara fazla kat koyanlar müşterilerin seçkin insanlarıydı. Yani iyi mimari yapmanın hiçbir şeyi olmadığı gibi mimarinin tartışması da gündemde yoktu. Çünkü sanat, tiyatro, sinema …… Tabii burada bunların medya tarafından nasıl istismar edildiği de mühim bir şey. Mecmuaların neler yazdıklarını, topluma neler sunduklarını da biliyoruz. Peki Birleşmiş Milletlerin üçüncü ilkesi neydi? Birleşmiş Milletlerin üçüncü ilkesi de şu; adaletli olmak, ahlaki tavır içerisinde olmak. Bu ahlaki tavır şehirlere yerleşen, bugün şehirlerin nüfusunun yarısını teşkil eden ,gelecekte de belki yarısından çok fazlasını teşkil edecek, eğer bugüne kadar devam deden resmi yapı üretimi aynı oranlarda sürerse 30 sene sonra şehir nüfusu 75 milyona eriştiğinde bu nüfusun takriben 40 milyonu gayri meşru şekilde gasp edilmiş yerlerde, toprak üzerinde tamamen bilgisizce, her türlü teknik katkıdan yoksun olarak inşa edilmiş evlerde yaşayacak insanlar olacak.Böyle bir troplumun kazancı ne seviyede olursa olsun, ekonomik geliri ne olursa olsun bu toplumun devam etme şansı olamaz. Eğer kamu konutlarına ait meseleleri düzenlemezsek aynı sorunlar orada da olacak. Bu güne kadar bu insanların konut meselesine eğilip çözüm getirmemiş bir toplumun ahlaki bir tavır içinde olması da mümkün değil. BU konuyu gündeme getirdiğimizde Birleşmiş Milletlerin kongrede tartışacağı meseleler karşısında biz açık sözlü olarak Birleşmiş Milletlerin getirdiği ilkelerin doğruluğunu savunup ülkemizde ki yanlışı düzeltmek mecburiyetindeyiz.bu h em dünyaya karşı ahlaki bir vazifemiz hem de topluma karlı ahlaki bir vazifemizdir.
Bu üç temel ilkeden başka Birleşmiş Milletlerin getirdiği iki strateji var. Bu iki strateji bir yerde birleşiyorlar. O strateji şu; Bu kongreye yapılacak hazırlık hükümet organlarının hazırlığı olmamalı, toplumun belirli bir kesiminin de hazırlığı olmamalıdır. Bu meseleler topumun bütün kesimlerine sunulmalı, toplum bu meseleleri düşünmeye sevk edilmeli ve toplumda meydana gelecek düşünce odakları etrafında oluşabilecek konsörsunların düşünceleri temyiz edilerek ülke raporu hazırlanabilir.Tabii ülke raporuyla beraber ülkenin önümüzdeki beş yıllık süre için eylem planları yapılmalı. Bu şekilde hazırlanması gerekiyordu. Maalesef onu da ifade edeyim ki yapılmadı. Tamamen teknokrat yapıyla bu yolda kapalı kaldı. Aynı katılımla ilgili olarak Birleşmiş Milletlerin getirdiği bir diğer ilke de şu; Ülkeler bu alandaki meseleleri çözebilmek için insanların ve halkın elindeki yapma güçlerinin önündeki engelleri kaldırmalıdırlar. Yani insanların ve halkın yapıcı gücünü harekete geçirmelidirler.Bir tarihçe getiriliyor o raporun ön hazırlık metinlerinde.
Evvela tek tek evler yapılıyordu, Türkiye’nin ihtiyacının tek tek evlerle karşılanması mümkün mü? Bu büyük bir soru, ne kadar doğru? Onun için yapsak müessesesi değişti, orada da ahlaki bozulmalar oldu, bu aşmak için kooperatifçilik gündeme geldi. Fakat daha sonra kooperatifçilik de ahlaki bozulmalara maruz kaldı. Bu gün toplu konut var.Yani toplu konut idaresinin inşa ettiği apartman blokları, yani Stalin dönemi konut programları. Böyle bir şeyin Türkiye’yi temsil etmesine müsaade edilemez. Buna karşı mutlaka halkımızın, bütün düşünenlerin, bütün politikacıların hep beraber olması lazım. Ben inşa ettiğim katılımlı, gelişime açık, tabiatı koruyan bir projem dolayısıyla uluslar arası bir ödüle sahip olmama rağmen böyle bir ödülde dünyada ve Türkiye’de kimseye verilmemiş olmasına rağmen ben aldım.Bunun ilan edilmesi mümkün, ben şahsım için değil fakat bugün mutlaka tüm ilgililerin onay vermesi lazım. Nasıl olurda İmar İskan Bakanlığını, Çevre bakanlığını yürütmüş bir insan böyle bir olaydan haberdar edilmez. Olacak şey değil hakikaten buna isyan etmek hakkımızdır ve bu yanlışı yaparak Türk milletini, Türk toplumunu dünya üzerinde küçük düşürmeye de kimsenin hakkı yoktur.Şimdi teker teker ev inşa edilerek konut meselesi halledilemezmiş. Japonya’da inşa edilen konutların hepsinin %96’sı teker teker inşa edilmiştir. Bunları Japon kalfalar inşa ediyorlar bunların hepsi birer şaheser.
Amerika’da inşa edilen evlerin %95’i bir-iki katlı evler, ve bunu da küçük üreticiler üretiyor. Senede 50 kadar ev üretiyor üreticiler. O senede 50 kadar ev üreten insanlar evin sahibi olacak kişiyle karşı karşıya geliyorlar ve taleplerine göre evi yerleştiriyorlar, planlıyorlar ve üretiyorlar. Tabii 3000-5000 üyesi ola bir kooperatifte bireylerin yanına yaklaşmak ve onların katılımını talep etmek, onlardan yaralanmanın olmayacağı aşikar. Fransa’nın yaptığı gibi senede 20 bin konut inşa eden dev inşaat şirketlerinin de bu sonucu sağlaması imkansız. Hele Türkiye maalesef Fransa’nın peşinden gitmesi sonucunda bu zorluklarla karşı karşıya geldi. Almanya’da da evlerin %84’ü bir-iki katlı evler ve küçük üreticiler tarafından yapılıyor. Nasıl olurda en ufak insana, en fakir kişiye en varlıklı insanın evi düzeninde, kültür kalitesine sahip evi ulaştırabiliriz, bu soruyu cevaplandırmamız gerekli. Bu sorunun cevabı; bir kere bugünkü şehirlerimizi büyütmek ve yoğunlaştırmak yoluyla şehirleşmemizi devam ettirme stratejimizi , politikalarımızı terk etmektir. Birincisi budur. Çünkü orada birisine iki kat, onun yanındakine dört kat, onun yanındakine on dört kat müsaade ettiğiniz zaman on dört kat müsaade ettiğinizin topraktan sağladığı kazancı diğer insanlar da sizden talep ediyorlar. Vermezseniz ölümle tehdit ediyorlar, eğer kabul ederseniz o karı sizinle paylaşmayı öneriyorlar. Bu bütün Türk toplumunun ahlaki çöküntüsünün temelidir.
Ticaret alanında meydana gelebilecek gayri ahlaki durum 2 milyon tüccarın 10 milyon aileyi kapsarken bu alanda meydana gelen gayri ahlaki durum toplumun bütün ailelerini etkisi altına aldı. Bugün kendisine ev yaptırmak isteyip de arsasından hareket edip köşe dönmeyi düşünmeyen insanın var olabileceğini, yani kendisine ait kat kaloriferli , duvarları…. Yapılmış müteahhit kârı dahil maliyeti 8700 lira iken o tarihte 12 katlı bir apartmanda 1m2 bir yapının maliyeti 22 bin- 25 bin liraydı. Bu paranın 9 bin lirası iki sene sürecek 12 katlı yapını finansman masrafıydı. Dolayısıyla yapının gerçek maliyeti 13 milyon liraydı. Sermayesi kıt bir ülkede yapı inşa süresini arttırmanın nasıl maliyetler getirdiğini,bu işin idari eylemlerini hesaba katmadılarsa, bu işin idari eylem hakları yok demektir. Geriye kalan 8700-9000 lirayla öteki arasındaki 4000 lira maliyet farkı da 12 katlı binanın depreme dayanabilmesi için çok daha yüksek alt temellere, çok daha pahalı inşaat sistemine, taşıyıcı sisteme sahip olması zaruretinden asansör maliyetinden, yangın merdiveni maliyetinden iki katlı bir evde üst katla alt kat arasında gereken ses, su izolasyonların çok daha ucuz olmasına rağmen, birbirinden ayrı, üst üste yaşayan iki dairenin arasındaki katın çok dahi ciddi izolasyon masrafları gerektirmesinden kaynaklanıyor. Gelişmiş ülkelere benzemek amacıyla gökdelen yapıyoruz. Türkiye bu evleri bir-iki katlı yaptığı zaman ekonomik ….icaplarını yapmak zorunda.
İstanbul’da bugün kişi başına kaybedilen zaman 2.5 saat. Bir insanın bir saatinin yalnız 50 bin lira değerli olduğunu düşünürseniz, kişi başına günde kaybedilen değer 100 bin lira, günde on milyon insanın kaybettiği değer 1 trilyon lira, 300 günde kaybedilen üretim potansiyelinin karşılığı 300 trilyon lira olur. İstanbul’da bugün insanların cebinden trafik için çıkan para 280 trilyon lira iken 20 milyonluk fark metropolünde yalnız 68 trilyon var. Çünkü 20 milyonluk fark metropolünde nüfusun 12 milyon kişisi evlerinden işlerine yürüyerek yada bisikletle gidiyor. Çünkü Frankfurt metropolü İstanbul gibi değil, bir tane 1 milyonluk şehir, altı tane 500-600 bin kişilik şehir, on iki tane 300 bin kişilik şehir geriside 150 binden küçük şehirlerden oluşmakta. Türkiye’de bu şehirlerin büyümesine son vermek lazım. Bu Büyükşehirlerin çevrelerindeki kıymetli tarım topraklarının yok edilmemesi için bu mecburidir. Bu şehirlerin yüksek harcamalarının sona erdirilmesi için bu gereklidir. Dolayısıyla Türkiye yeni şehirler politikaları uygulamalıdır ve insanları popülasyona sevk etmeyecek bir-iki katı evlerden oluşan mahallelerin bütünleşmesi sağlanmalı.
Şehir merkezinde meydana gelebilecek spekülasyon ise şehrin bütününden doğan …. Varlığının ele geçirilmesi çabası olduğuna göre şehrin merkez tesisleri, çarşısı, pazarı da kamuya aittir. Yada oralarda meydana gelen alışverişin üzerinden Amerikan belediyelerinin aldığı gibi %8-9 desteklerinde vergiler aldığınız takdirde o vergiler imkanları kamuya aktarma imkanı sağlayacak bu da şehirlerimizin alt yapı hizmetlerini, kültür hizmetlerini artıracak. Tabii bu noktada çok önemli bir şey var. …. Dizaynı evimizin tasarımından kat kat kalitelidir. Fakat sözüne ettiğim şekilde bir-iki katlı evler söz konusu olduğunda Osmanlı döneminde, Amerika’da veya Japonya’da olduğu gibi bu evlerin gerek taşıyıcı sistemi ve asli yapısı, gerek ince yapısı sanayici tarafından önceden üretilmiş fakat seçkin bir mimar kadrosu tarafından bölgelere göre geliştirilmiş standartlara göre sanayiciler tarafından üretildiği takdirde tamamen endüstrileşmiş ve tamamen kalitesi teminat altında unsurlardan evler meydana getirilmiş. Bu konuda Uzak Doğu ve Osmanlı dönemi standartlaşmanın ……….sını önleyecek bilgilere sahiptir.
Standartlaşma ile ……. laşma oluşmamaktadır. Şehirleşmenin yapısında merkezi iradenin çizdiği katı değişmez çizgilerle şehrin bir süreç olduğunu göz önüne alarak bir başka mikro kozmos realitesi topoğrafyanın varlığı dikkate alınarak meydana getirilecek tehlikeleri, sağlayacağı ….. çok büyük ölçüde evinin yerini, komşu münasebetini düzenlerken, evinin programını hazırlarken ev sahibi olacak insanların küçük üreticilere bunları inşa ettirdikleri takdirde sanayi ürünü olan elemanların bir araya getirilmesi yolunda Türkiye 30 sene içerisinde tekrar bir cennet inşa edebilecektir yada cehennem de inşa edebilir. Böyle bir modeli tartışmamız icap ediyor. Ekonomik, sosyal, kültürel açıdan sağlayacağı faydalarla böyle bir modelin doğrusu Stalin programından farklı yapısı olacağı kanaatindeyim. Bunu savunuyorum.