Kime Güveneceğiz?
İşlenmiş bir suçun yargılama aşamasına taşınması sürecinde en önemli görev, delil toplanması konusunda polis teşkilatına düşmektedir. Polis’in bu adli görevini yerine getirme konusundaki yetkileri ve yetki sınırları 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’na dayalı olarak çıkarılan yönetmelik 17.02.1983 tarih ve 17962 sayılı resmi gazetededir.
Anılan yönetmelik ile delillerin toplanması, muhafazası ve ilgili kurumlara iletilmesi konuları ayrıntılı biçimde düzenlenmektedir. Vatandaş olarak yasalara ve onun görev verdiği kamu görevlilerine sonuna kadar güvenmek durumundayız. Kamu görevlilerinin tarafsız bir şekilde ve yasaların yerine getirilmesi için fedakârca çalıştığına inanmak zorundayız.
Ancak son günlerde yaşanan birkaç olay bu konudaki inancımızı oldukça derinden sarsmış ve yasalar tarafından verilen kamu otoritesinin tarafsız biçimde kullanıldığı konusu ciddi şüphelerle zedelenmiştir.
Yaşanan olaylar ne yazık ki delil toplama görevinden daha ziyade delil yaratma görevi şekline bürünmüş görünüyor.
Örneklere bir bakalım:
1- Teğmen Mehmet Ali Çelebi olayı: İkinci Ergenekon davası sanıklarından olan şüpheli kişi tutuklandıktan sonra cep telefonuna el konulur. Cep telefonundaki bazı telefon numaralarının Hizb-ut Tahrir üyesi birisi ile ilişkisi olduğu ve bu durumun açıklanması için tutuklunun ifadesine başvurulur. Tutuklu kişi bu numaraları tanımadığını ve kendisiyle bir ilişkisi olmadığını savunur, mahkeme bu durumun açığa çıkması için iletişim dairesi başkanlığından bilgi ister. Gelen bilgi, anılan cep telefonuna 139 adet telefon numarasının kaydının cihaz emniyet müdürlüğünde iken açılıp kaydedildiği, tutuklu sanıkla anılan telefon numaralarının bir ilişkisi olmadığı yönündedir. Yani Tutuklu sanığın el konulan cep telefonuna emniyet müdürlüğü binasında birileri bu numaraları kayıt etmiştir. Emniyet müdürlüğünden bu konuda bilgi istendiğinde ise olayın sehven yapıldığı bildirilir.
2- Emekli Albay İbrahim Sezer olayı: Şantaj ve askeri casusluk suçlamasının bir numaralı sanığı olan kişinin telefon görüşmeleri döküm haline getirilir ve savcılığa iletilir. Konuşma dökümünün bir yerinde Rus ajanı ve kadın satıcısı olduğu iddia edilen “Vika” isimli kişiye uğrayacağını söylemektedir Albay Sezer. Albay sezer, bu döküme itiraz eder, böyle bir kadını tanımadığını olayda bir yanlışlık olduğunu iddia eder. Mahkeme, görüşmenin ses kaydının tekrar dinlenmesini ister. Telefon görüşmesi savcının huzurunda tekrar dinlenir ve “Vika’ya gidiyorum” diye bir ibareye rastlanmaz. Bu durum hakkında emniyet müdürlüğünden bilgi istendiğinde ise yanıt aynıdır. Olay “sehven” meydana gelmiştir. Ya bir de bu kayıtların aslına ulaşmak mümkün olmasaydı? O zaman, ayıkla pirincin taşını. Çık işin içinden çıkabilirsen.
Yukarıda verilen iki örnek basına yansıyan, kamuoyunun önüne çıkan olaylar. Peki, ortaya çıkmayan olaylar kim bilir ne kadar?
Peki, önümüzdeki günlerde herhangi birisine bir suç isnat edilse ve delil olarak da bu şekilde düzmece bir delil sunulursa ne olacak? Kim, neyi, nasıl, nereden araştırıp bulacak?
Yasa der ki: Suçlu olduğu ispat edilene kadar herkes suçsuzdur. Bu kural artık değişmiş gibi görünüyor. Suçsuz olduğu kanıtlanana kadar herkes suçludur.
Biz senin suçlu olduğunu iddia ediyoruz, sen suçsuz olduğunu kanıtla. Sanırım örnek alınmak istenilen ileri demokrasi böyle bir şey.