Kemalizime Reddiye ve Rejimde Eksen Kavgası
Ülkemiz ve milletimiz çok zor, sıkıntılı, buhranlı ve bunalımlı günlerden geçmekte...
Üstelik aileden sokağa ve sokaktan her derece düzey okula; eğitim-öğretim kurumuna sirayet eden ajitasyon (Halkı yalan, yanlışla kışkırtmak, heyecana, galeyana getirmek, milletin ruh sağlığı ve kimyasını bozmak, bireyi millet, ilim, ahlâk, din-iman, vatan meselelerine karşı ilgisiz, bilgisiz, şuursuz, onursuz, sorumsuz ve duyarsız olmaya yöneltmek. Toplumsal yapıda hak, hukuk, adalet ve dürüstlüğe karşı önleyici ve engelleyici refleks geliştirerek, kendilerine sistematik olarak empoze-ajite edilen söylem, eylem biçimi, fikir ve düşüncelere uymayanlara karşı tutarsız, aşırı tepkili, agresif ve saldırgan davranmayı kurgulama) sâyesinde; İyi insan ve iyi vatandaşların hayatı ıstırap, çekilmez bir işkence ve çile haline geldi.
Bir yanda istiklâl kaygısı, diğer tarafta istikbâl endişesi!..
Fakat buna rağmen; Tekel-tröst ve kartellerin eline düşen medya onursuz, çıkar odaklı, hırs ve ihtiras derecesinde menfaatperest, “asli görevinden” bihaber ve sorumsuz;, Meclisler ve mes’uller hıyanet ile malul; Aydınlar gaflet, ihanet ve dalâlet içinde; Kanaat önderleri ise, tıpkı Endülüs misal, tarihi yanılgı, aldatılma ve beyin iğfaline dayalı rehavet içindeler...
Bu hali yıllar önceden gören Mustafa Kemâl Atatürk bakın ne diyor:
"Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk
bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir." Mustafa Kemal Atatürk
Evet, “Aydınları hain, kanaat önderleri gafil ve korkak, fertleri bilinçsiz, onursuz ve sorumsuz milletler” elbette ezilmeğe mahkûmdur.”
Tarihi Bir Olay Ve İbret Vesikası
REJİMDE EKSEN KAYMASI
Mustafa Kemal Atatürk’e karşı duyulan derin nefret, kin ve kurucu unsur tarafından ikame edilen inkılâp, ilkeler ve İstiklâl Savaşına karşı “devirme/devrim” hareketinin melânet faili olan 27 Mayıs kalkışmasının ilk hedefi: Türkiye de demokrasi, insan hakları, adalet ve hukuk’u ilga ederek; İngiliz Milletler Topluluğu umdelerine tabii bir müstemleke yaratmaktı. (Bak: Diken, Hükümet Sistemleri, Hasan Hüseyin Memiş-Akasya Yayınevi, Ankara)
Bu amaçla Atatürk’ün Anayasası fesih ve iptal edildi. Yerine; Milliyetçi, Müslüman ve milli/manevi değer sahibi, dindar askerlerden, 1960 -1963 dönemi zorunlu emeklilik ve resen ihraçlarla arınmış silâhlı kuvvetlerin cebri vesayeti ikame edildi. Dünyada eşi benzeri olamayan, her derece ve düzeyde “tabanı ve tavanı/yükseği dâhil” mahkemeler kuruldu.
DAHASI VAR!...
1960 – 1971 ve 1971 – 1980 sürecinde;
Önce devrimci örgütlenme yapıldı. Sonra “tez-antitez” bağlamında karşıtlar teşkil edildi. Bölücü akımlar sistematik bir takvime göre oluşturulup hortladı. Sonra, düzenli ve tek merkezden koordineli kardeş kavgası, anarşi-terör ve tedhiş için düğmeye basıldı. 1974’de hükümeti ele geçiren örtülü komünist/sosyalist ve Siyonist güçler; Tarihin en büyük Türkiye Cumhuriyeti ve Türk düşmanlığı olan “74 affını” çıkarttılar. Sonra ihanet kademe kademe gelişti, büyüdü ve bu günlere kadar terör, tedhiş ve tehdit olarak geldi!..
1963 Ankara antlaşması ile AET süreci amaç ve hedefinden saptırıldı.
Siyasetin aktörleri, hepten ve toptan vahşi Batı’ya biat ettiler.
Batı, Türkiye’nin bölünmesi-parçalanması ve Türk-İslâm milleti’nin Anadolu’dan sürülmesi için “maddi-manevi” bütün imkânlarını seferber etti. Hattâ, çok büyük bir gayret ve fedakârlıkla bütün sağcı-solcu, alevi-Sünni, Kürtçü ve Türkçülere, Bulgaristan üzerinden her türlü silâh, mühimmat, materyal ve para gönderildi. 1980’e yaklaşırken Türkiye de sel gibi kardeşkanı akıyor ve dönemin sözde liderleri, tribünlerdeki halkı sahaya davet ediyor, Ermeni sınırında hazır-nazır bekleyen 8 tümen SSCB askeri ise “ışmar/davet” bekliyordu.
12 EYLÜL’Ü YANLIŞ ANLATMAK VE SAPTIRMAK
Demem o ki; Günümüzde pek moda 12 Eylül karşıtlığı, derin bir gaflet, dalâlet ve hıyanetin sinsi-sırıtkan görüntüsüdür. Sürecin ipleri onların kirli ellerine ve menfur şeriklerine geçmiş bulunmaktadır. Ne zamandır? Maalesef sonradan anlaşıldı ki, 1983 Turgut Özal’dan beri. Açıkçası şudur ki: 1987 seçimleri gelmeden bugün şikâyet ettiğimiz siyasi hayat düzeni, hukuken de kurulmuş oldu! Böylece “rejimde eksen kayması” belirginleşmeye başladı.
Mamafih, 1969 sonrasında Demirel ve Ecevit partilerindeki uygulamalarıyla, parti içindeki demokrasi karşıtı yolda epeyce mesafe almışlardı. Burada sırası gelmişken bir kez daha yazayım; 1950’den 1969’a kadar, parti içi demokrasi, zihniyetteki sınırlamalar hariç, lider uygulamaları bakımından bugünden çok daha iyi ve ileriydi.
Gelelim bugüne: Parti sahipleri, önseçim yapmalarına karşı birçok neden sayabilirler. Bunlardan ilki, üye yazımları -kendi eserleri- güvenilmez bir sistemdir. Başka bir neden, ‘parti üyesi’ bulup kaydetmek yerine, ‘kongrede oy verecek seçmen’ olarak yazılmasıdır.
Önemli bir diğer neden de parti tüzüğünün ve ilişkilerinin, insan kaynaklarının yenilenmesi araçlarıyla donatılmamış olmasıdır.
BUNLARIN “YENİ ANAYASA” KALKIŞMASI
Tam bir hayal-i sükut, hezimet ve felâket, belki de Cumhuriyet’in, Misak-ı Milli’nin ve TÜRK İnkılâbı’nın sonu olur. Sağlıksız, sakat siyasi yapımızdan bugün şikâyetçi olanların önemli çoğunluğu, son 40 yılda değişik gerekçeler yazarak sistemi bu hale getirmiş olanlar ya da destekçileridir. Kadim ve köklü yapının bozulması eski ve yeni ortakların yazdıklarından ve konuşmalarından yaptıklarının sonuçlarını görememiş oldukları kolayca anlaşılıyor. Bütün bunları, seçim mevzuatımızın yeniden yazılması gereğine işaret etmek için yazdım.
Sorunun özü, parti içi demokrasidir.
PARTİ SAHİPLİĞİ, SULTA VE OLİGARŞİ
YSK’dan “Adaylarınızı nasıl belirleyeceksiniz?” yazısını alanlar, gerçekte ‘önseçim dışında’ yolları söyleyecekler; aday listesini genel başkanlar hazırlamış olacaktır. Kazanacak adayların bilindiği veya milletvekili çıkarılamayacak illerde belki önseçim yapacaklarını bildireceklerdir. Peki bunun neresi “demokrasi” veya “ileri demokrasi” olacak?..
Bütün adayların hâkimler denetiminde önseçimle belirlenmesi bir uç olduğu gibi, lider isteğiyle belirlenmesi de diğer uçtur. Adaylık ve vekil seçimi, siyasal partilerin işlevlerinin tamamı değil, bir parçasıdır. Siyasal hayatın bütünü demokratik kurallar içinde düzenlendiği zaman, yasama erkinin üzerindeki vesayet kalkacak, yönetim ilkelerini umursamayan kişiler parti liderliğini koruyamayacaktır. Parti içi demokrasinin ufak bir sonucu daha olacaktır: Seçim öncesinde bugünkü gibi, ‘Adaylar bir sorun çıkarır mı?’ diye meraklanmayacağız!
İTTİFAK; SİYASİ SAHTEKÂLIK VE HÜLLECİLİK
Bir yanda, yaklaşan seçimin telâşı ile eteği ayağına dolanan “siyaset haneler” ve “kifayetsiz muhteris” sahiplerinin sinsi hesap ve Bizans oyunları; Diğer taraftan da tıpkı ticarethaneler gibi, “bu işten mümkün olduğu kadar kârlı çıkma” telâşı... Oysa Türk siyasi mevzuatında “ittifak” (gizli işbirliği) yasaktır. Millet buna “dessaslık, üçkâğıtçılık, kahpelik ve kaypaklık olarak görür. Asla tasvip ve tasdik etmez.
Özellikle “Demokrat Parti” gibi, gelenek ve gerçeğin tarihi izdüşümü, Kemalizm’in Türk siyasetindeki manâ, ruh, dava ve misyonu olarak “müseccel” bir partinin; RP ve MHP gibi “en aykırı” uçlarla ittifaka kalkışması utanç vericidir.
Olması gereken: Bu defa çok uzun ve uygun tutulan “seçim takvimi” sürecinde; Milli dava “Adalet/Hukuk” ve Milli demokrasi düzleminde ve “Demokrat Parti”nin “Yeter Söz Milletindir” vizyonu ile “haksızlığa, yolsuzluğa DUR” diyen tarihi amblemi altında birleşip; İttifak değil, İltihak ve İttihat yaparak; “Hak yolunda, millet hizmetinde fazilet mücadelesine” talip olmaktır. (28 Mart 2011)