Kelimeler…
Kelimeler beşeri insan etti. Adem’e isimler öğretilmişti. Yani eşyaya isim koyma yeteneği bahşedilmişti. “Ta’limu’l-esma”, Adem’in kan dökücü bir beşer olmaktan çıkıp insan olduğunun belgesi olarak sunulmuştu meleklere. Melekler, Ademoğlu’nun bu niteliğine baş eğmeye davet edilmiştiler. Gereğini yaptılar. İsimler, yani kelimeler, beşeri insan etti.
İnsanoğlu, kirlenen bilincini kelimelerle temizledi.
Adem’i beşer olmaktan çıkarıp meleklerin önünde eğildiği varlık eden kelimeler, Adem Rabbine isyan edip yoldan çıkınca yine imdada yetişti. Rabbi yoldan çıkan Adem’e tevbe edip yola girmesi için “kelimeler” sunmuştu. Adem de kendisine ikram edilen bu kelimelerle Rabbine tekrar yöneldi. Bilincini tazeledi. Tevbe etti ve tevbesi kabul edildi.
Gün oldu, kelimeler ateş, kelimeler can yongası oldu. Tıpkı İbrahim’e olduğu gibi.
Kur’an aynen şöyle der: “Rabbi İbrahim’i kelimelerle sınayıp o da bu sınavı tamamladığında…” Hz. İbrahim’in ateşe atılması, babasıyla sınanması, vatanından bir daha dönmemek üzere ayrılması, çocuksuzlukla sınanması, karısıyla sınanması… Bütün bunlar hep “kelimelerle sınanmak” cümlesindendi.
Tıpkı kelime gibi yürekte iz bırakıcıydı. Tıpkı kelime”nin türetildiği kök olan “kelm” gibi “bir yara izi” kadar kalıcıydı. Öyle kalıcı bir iz ki, binlerce yılın rüzgârı bu izi aşındıramadı. Hep canlı, hep taze kaldı.
“Söze karnım tok” diyen, söz kıymeti bilmez nadanları sevmem.
İnsanı kelimelerin doyurduğu kadar hiçbir şeyin doyurmadığına inanırım. Yürek açlığını, zihin açlığını hangi sofra bastırır ki?
Kur’an’ın kızı Fatıma değirmen çekmekten kabarıp su toplamış avuçlarını kocası Ali’ye gösteriyor. Müşfik koca “Babana müracaat etmenin tam sırası” diyor, “Hayber’den gelenler arasından belki bir yardımcı da sana düşer!”
“Babasının anası” derhal alemlere rahmet olanın kapısına varıyor ve halini arz ediyor. Aldığı cevap, ancak kelimelerin kadrini kendisi kadar kimsenin bilemeyeceği birinin ağzından dökülecek cinsten:
“Kızım, ben onları Suffe ehli için ayırdım, veremem. Fakat size ondan daha hayırlısını vereyim. Şu şu vakitlerde deyiniz ki: Sübhanallah, elhamdülillah, allahuekber…”
Babasının anası, can paresi “Söz karın mı doyurur” demiyor. Aksine sevinerek dönüyor. Kelimelerin gücüne inanıyor. Hz. Ali diyor ki: “O kelimeleri ömrüm boyu terk etmedim”. Oradaki biri ölüm-kalım gününe işaret ederek “Sıffin gününde de mi?” diyor. Aldığı cevap kelimelerin kadrini bilen birinin cevabı: “Vallahi Sıffin gününde de terk etmedim!”
Kelimelerin gücüne inanmadan insan şehadet kelimesini getirebilir mi? “Ben şehadet ederim ki Allah tapılmaya layık tek ilahtır” diyebilir mi?
İnsanoğlu kelimelere kavuştuğunda “ben” diyebildi, “ben” diyebildiğinde insan olabildi.
Kelimelerin gücüne inanmayan insanlık tarihinin en büyük iman hamlelerinden biri olan Kur’an inkılâbını anlayabilir mi? Bu inkılâbın en büyük fatihi Kur’an’dı. Evet, Kur’an orduların fethemediğini fetheden muzaffer bir “fatih” idi.
En azılı Kur’an muhaliflerinden Velid b. Muğire’nin, Kur’an’ın insanı dönüştürücü gücü karşısında nutku tutulmuştu. Söyleyecek söz bulamamış, en sonunda “Bu dinleyeni büyüleyen sihirli bir söz” demiş ve kendince şöyle bir de gerekçe bulmuştu: “Zira kişiyi evladından, babasından, anasından, eşinden, kavminden ayırıyor”.
Ömer hışımla yürürken “Onu öldürüp Kureyş’in arasından bu ikiliği kaldıracağım” diye söyleniyordu. Durumu fark eden gizli bir mümin, Nebi üzerinden belayı def etmek için din kardeşlerini içi sızlayarak ihbar edecekti: “Sen git önce eniştenle kız kardeşinin hesabını gör.”
Ömer kapıya geldiğinde içerde okunan Taha suresine kulak misafiri olacaktı. Kur’an Ömer’in yüreğini fethetmişti, tıpkı Ömer’den önce onlarcasının yüreğini fethettiği gibi.
Yesrib’i “Medinetu’n-Nebi” eden de Kur’an’dı. Mus’ab Yesrib’e öğretmen olarak geldiğinde mümin sayısı Akabe’de biat eden bir avuç insanla sınırlıydı. Mus’ab’ın yaptığı tek şey vardı: “Sizden sadece okuyacaklarımı dinlemenizi istiyorum; daha sonra istemezseniz çeker giderim”. İki yılda koca şehir Kur’an ile fetholunacaktı.
Kelimelerin mucizesi sürüyor.
Sorun bizim kelimelerin gücünü keşfedip etmediğimizde. Dahası, onların gücüne inanıp inanmadığımızda.