Kardeşim Kan Kokuyor Gözlerin
Sana bir merhaba niyetine tüm bu Kabil soyuna inat Habil’in tavrını hatırlatıyorum
Tam askerlik süresinin kısaltılmasından (Türkiye tarihinde ciddi anlamda ilk defa) bahsedilir…
Tam (yine ilk defa) ordunun iç harcamaları Sayıştay tarafından denetlenmeye başlar, yıllardır sorgulanamayan örtülü ödenek, doğru dürüst denetlenemeyen kışla kantininden orduevine kadar iç mekanizma sivil irade tarafından denetlenmeye başlar… ‘Askeri müzik ne kadar müzikse askeri yargı da o kadar yargıdır’ diyen düşünürü hatırlatan ‘askeri yargı’nın, sivil yargının denetim ve gözetimine verilmesi ciddi anlamda gündeme gelir, hatta kimi küçük örnekleri kendini gösterir…
Tam bedelli askerlik uygulaması ufukta tüllenir. Askeri kafa, askeri söylem karşısında; koyu militarizm katkılı, din soslu, biraz tarih garnitürlü, bol ‘milli-manevi değerlerimiz’ nutuklu kara milliyetçilik karşısında ‘insan’ hatırlanır, birbirine açılmaktan bahsedilir, ibre manevi değerlerden yana kaymaya başlar, güç karşısında Söz yükselişe geçer…
Tam ülkenin ekonomik tarihinde ilk defa ülke kaynakları bünyenin kılcal damarlarına doğru yürür, paylaşım çok adil olmasa da yukarılarda buharlaşmadan aşağıya inmeye, memleket insanına insanlığını hatırlatacak projeler konuşulmaya başlar….
Devlet, çatık kaşlı agresif ‘dövlet baba’ modundan çıkıp anaç bir edaya bürünür gibi olur. Sosyal devletten, herkesi kucaklamaktan, ırkçılığın dar girdabını parçalamaktan, geniş düşünmenin, en azından dünya haritası ölçeğinde düşünmenin öneminden bahsedilir…
Tam ülkeyi 1980’lerin ortalarına kadar Ruanda, Uganda tipinde içine kapalı, kontrolü kolay, ikide bir dayak atılan ezilmiş bir çocuk gibi idare edenler ve bundan da gayet memnun gözüken eli sopalı, dili ‘Yerli malı Türk’ün malı herkes onu kullanmalı’ teraneleriyle gürültülü, ‘Bize bizden gayrı dost yok’ diye diye, memleket evladının tamamına ‘yaylalar yaylalar’ dedirte dedirte güya komşu kızını zapt-u rapt altına alanlar geri basar gözükür…
Yıllarca halının altına süpürülmüş temel sorunlar, doğrudan insana ilişkin problemler bir bir ele alınmaya, en azından sözkonusu edilmeye başlanır, kadın hatırlanır, erkek hatırlanır, cinnet geçiren aile hatırlanır, merhamet hatırlanır, Somalili kardeşin insani çığlığı hatırlanır, hatırlanır oğlu hatırlanır…
Dış politikanın ‘stratejik derinliği’ Suriye aynasında bir kez daha kendini gösterecek olur, Türkiye dışına çıkıldığında yaşanan ‘Allah affetsin Türkiyeliyim’ sendromu yine ilk defa yerini net ve diri bir duruşa bırakmaya koyulur. Yere baka baka enseyi karartan insanlar ülkesi biraz olsun ‘ufka bakanlar ülkesi’ne dönüşmeye yüz tutar…
Peki bütün bunlar olurken bilin bakalım ne olur?
Ve kan kokusu her yanı kaplar, bir anda kan rengi bulutlar afakı sarar… Kandan duvaklara sarınmış tabut gelinleri suyun başındaki yedi başlı ejderhaya kurban verilir ve bu tam zamanında yapılır. Flaşlar patlar, kameralar çalışır, haber bültenlerinin seküler vahyi andıran velveleli sayhası her eve, her göze, her gönle düşer…
Yine başa dönülür, ‘silbaştan yaz bu mutantan hikayeyi katip’…
Militarizmin derin homurtuları cezbeyle kükremeye başlar. Milliyetçiliğin kara baharı yeniden yeşerir… ‘Hükümet istifa’ diye boğuk bir ses yükselir… Altı okun biri yine böğrümüze batar… Çullan hükümete, çullan insanın ense köküne… Televizyonu, radyosu, gazetesi, interneti, büyük sahra topları gibi kardeş gönüllerin tepelerini dövmeye başlar… ‘Soykırımsa soykırım yetti artık’ diyeninden tutun da ‘Zerdüşt’ün izinde kan pahasına alınması gereken öç’ten bahsedenine kadar ortalık Türk ulusalcılığının karanlığından Kürt ulusalcılığının mezbelesine yuvarlananlarla dolar…
Yine Siirt’li Abdülkadir Çorum’lu Mehmet’i ya da Kırşehir’li İbrahim Mardin’li Bilal’i vurmuştur, olan onlara olmuştur… Kampanya onların canları üzerinden yürütülen derin, pahalı, iştah kabartan bir kampanyadır… Bol taşeronlu katılımla gerçekleşen bir kan kampanyası…
Sonra açıklama aniden gelir: Bakan ‘Askerlik süresiyle ilgili hiçbir çalışmamız yok’ der. Bir anda. Halbuki kısa bir süre önce ciddi anlamda çalışmalar olduğuna, askerliğin süresinin mutlaka kısaltılacağına ilişkin haberler kamuoyunda tartışılmıştı. Yükselen duygusal mantık yürütmeye dayalı sesler karşısında hükumet ister istemez sertleşir, ‘dövlet baba’ hissiyatı nüksetmeye başlar… (Ama birader bu hep böyledir yahu…) Bıçak kemiğe dayanmıştır, Ramazan’daki sabır bile tükenmiştir, bundan böyle söz değil eylem görülecektir. Onca çaba, onca alınan mesafe güme… Ellerini oğuşturan derin militarizm, dip milliyetçilik bıyıksız dudağında uçuk bir gülümsemeyle yine oradadır.
Kendisinden ‘toplumun nefsi’ kavramını öğrendiğim Malik bin Nebi, bir memleketi oluşturan tek tek insanların gönlünde yatan aslanların, kafasında oynaşan fikirlerin, kalbinde kıvılcımlanan hislerin çoğunluğunun genel istikametini, toplumun nefsini oluşturduğunu söyler… Bu manada Türkiye insanlarının tekil olarak zihin ve kalplerinde menhus bir militarizm ve faşizm damarı, meş’um bir ulusalcılık eğilimi olmasa acaba ‘toplumun nefsi’nin ibresi bu kadar şaşar mıydı? Sinelerdeki ‘manevi terör’ olmasaydı, sosyal terör bunca tesir icra eder miydi? diye sorasım geliyor. Bir zamanlar ünlü bir yazar ‘Her evde bir general var!’ diye yazmıştı, benimse ‘her gönülde’ diyesim geliyor…
Onsekizinde bir delikanlıyken kendisinden ‘Militarizmin Kökenleri’ni ders aldığım Arnold Toynbee daha en başta bize ‘barışçı güçlerin savaş güçlerine üstün geleceğini’ müjdeliyor. İlginçtir, hep olduğu gibi şu anki mücadele de barışçı güçlerle savaş güçleri arasındadır. Bu anlamda saf tayini yapmak elzem gözüküyor. (‘Ak parti 6 ay içinde istifaya zorlanacak, ciddi bir eylem planı devreye konulacak, bunun da ilk adımı şehit cenazeleri ile atılacak, ardından hükumete rota değişimi yaptırılacak’ meailinde ifadeler kaleme alan Emre Uslu enteresan bir öngörüyle acaba neyin işaretini veriyor bize?)
‘Kılıcı yerine koy, kılıcı çekenler yine onunla öldürülecekler’ diyor Hazreti İsa… Yükselen bu kan dalgası karşısında bilhassa kılıcına sarılanlar, hükumet ve halk, doğu ve batı, her kesimi bu sözü iyi anlamalılar. İpek mendili havaya atıp kılıcını altına tutarak ikiye bölen hükümdarın ‘soft power’ı ile gürzünü taşa vurup parçalayan kralın ‘hard power’ı iyi kıyaslanmalıdır. Zamanın ruhu yumuşak güçten yanadır. Kandil’i askeri uçaklarla hep yapıldığı gibi bombalarınızla yerle bir ettiniz, tamam haklılık payınız var, tamam kızgınız, peki bir kısım yüreklerdeki ‘Kandil’i ne yapacaksınız, ‘Ötüken’i, Orta Asya steplerini ne yapacaksınız?
‘Biz topuz değil nur gösteririz’ demişti Said Nursi… Kardeşim asıl sen ne diyorsun, onu söyle hele. Gönlünde yatan aslandan ne haber, hele onu haber ver… Kardeşim gözlerin kan kokuyor, sıkılmış yumruğunu görüyorum. Bense sana bir merhaba niyetine tüm bu Kabil soyuna inat Habil’in tavrını hatırlatıyorum: “Ey kardeşim Kabil, eğer beni öldürmek için elini uzatırsan ben seni öldürmek için elimi uzatmam. Ben isterim ki, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşin dostlarından olasın. İşte zalimlerin cezası budur…”