Karatahtanın Kara Günü
Daha dün gibiydi…
Büyüklerimiz elimizden tutup ‘ilk mektep’ adıyla bilinen ilim irfan yuvasına bizi götürürken, üzerimizde siyah önlüklerimiz vardı.
Bezden yapılmış çantamızın içinde siyah renkli bir kurşunkalem, bir silgi ve çizgili bir defterimiz bulunurdu.
Biz büyüklerimizin sadece kendilerinde var olduklarını sandığı heyecanı, bütün hücrelerimizde hissederek okula gidiyorduk.
Ve okullu olduk.
Öğretmenin kendi usulünce bizleri sıralara oturtmasıyla karşımızda ahşap binanın o günkü mobilyasından farklı bir tahta vardı.
O Karatahtaydı.
Belki adını renginden alıyordu. Belki öyle sanılıyordu. Ama o rengi ‘kara’ olduğu için o adı almamıştı zannımca. O karanlığı üzerinde toplayan ve aydınlamaya giden yolun ilk basamağı idi.
Rengi karaydı ama, ‘karanlığa’ karşı koymanın ilk temsilcisiydi.
Minicik ellerimizle üzerine yazdığımız her yazı, kara olan tarafını daha da azaltıyordu. Bembeyaz bir tebeşir ile karatahtanın üzerine yazılar yazmağa çalışıyorduk. Her harf cehalete sıkılmış bir kurşundu. Her kelime aydınlığın önünde bir pencere, her cümle bir ışıktı.
Biz öldürmeyen bir silahla savaşıyorduk.
Ve kara tahta cehaletle aramızda savaş meydanıydı.
Her bilgi bizi bir adım daha yakınlaştırıyordu aydınlığa. Her bilgi bizi daha bize yaklaştırıyordu. Her bilgi bizi daha farklı kılıyordu diğer canlılardan…
Biz elimizdeki tebeşiri tahtanın üzerinde gezdirirken canı acımıyordu karatahtanın. Aksine gülümsüyordu bize siyah gözleriyle.
Karatahtanın sadece adı karaydı…
Fırtınalı bir denizin sahiliydi, umuduydu…
Her harfin sonunda karalar bağlayan, cahillikti.
Renginin tonu açıldıkça biz daha çok şey öğreniyorduk. Sanki bizimle birlikte o da seviniyordu.
Çok dostu vardı karatahtanın. Özellikle küçükleri severdi. Minicik ellerimizle resimler yapardık bazen üstünde. Sadece beyaz olan tebeşirle hayalimizdeki çiçekleri çizerdik tahtaya. Sanki kokusunu hisseder gibi. Hayallerimizi, umutlarımızı geleceğimizi şekillendirirdik karatahta üzerinde…
Ve…
Ve bir gün geldi. Duyduk ki okulun birinde kaldırmışlar onu yerinden. Yerine ‘beyaz tahta’ koymuşlar. Sözde tebeşir tozundan kurtulmuş sınıf. İçersinde nelerden yapıldığı belli olmayan kimyevi maddeleri taşıyan boyalı kalemler almış tebeşirin yerini. Kimin daha zararlı olduğu laboratuar tahlilleriyle değil de, zan ile karar verilmiş. Bu daha sağlıklı diye.
Önce fazla hareketli olan öğrenciler üzülmüş tahtanın kalkmasına. Hani o tebeşirleri bir birlerine fırlatan öğrenciler var ya onlar işte. Kim attı bu tebeşiri diye sorunca ben değildim diyen öğrenciler. İşte onlar üzülmüş önce.
Daha sonra tepegöz denilen araç girmiş devreye. Üstüne konulan özel kâğıtları göstermek için perde olarak kullanılmış beyaz tahtalar. Sonra asrın muhteşem yeniliği bilgisayar arzı endam etmiş. Yine perde vazifesi yapmış beyaz tahta.
Karatahta yavaş yavaş çekilmiş okullardan. Artık kimseler hayal gücünü kullanarak resimler yapamamış beyaz tahta üstünde üstelik o kadar renkli kaleme rağmen. Bir üçgenin tepesi gibi dağ resmi çizememiş minik eller. Y harfini andıran ağaçlar çizememiş. Sadece beyaz tebeşirle yazmasına rağmen saki rengi varmış gibi çizilen resimler yok olmuş zaman içinde.
Niçin mi?
Çünkü bilgisayarda hazırlanmış programlarda her türlü çiçek fotoğrafları her türlü orman fotoğrafları varmış.
Siz artık ne renk, ne şekil hayal etmeyiniz biz sizin yerinize düşünüp karar verdik, orman böyle, ağaç böyle olur. Çiçeğin şekli de rengi de böyle olmalı der gibi bakmışlar hazırlara…
Ve…
Gün gelmiş tamamen yok olmaya yüz tutmuş karatahta.
Okulların son tahtalarının törenle değişti zamanlar bile olmuş. Bir kenara konurken alkışlar içinde yenisi yani beyazı takılmış alkışlar içinde. Karatahtayı bir kenara bırakıvermişler.
Sen hayatımıza neler kattın ey karatahta! Üzerinde yazıp çizenler okudular, büyüdüler ve seni yerinden eden buluşları yaptılar. Sonunda seni bulunduğun yerden alıp bir kenara koydular.
Sordum:
-Bu bilgisayar sevinip üzülebilme özelliğine sahip mi?
Dediler:
Hayır.
O zaman o vefayı da bilmez dedim.
Güle güle karatahta. Sen aydınlığa açılan pencereydin. Umarım seni aramayız. Her mahlûk gibi senin de bir sonun varmış meğer. Ama seninle yetişenler seni unutmayacak.
Her ne kadar beyazıyla değiştirsek de o kadar da ‘kara’ kalpli değiliz. Seni unutmayacağız…
Zekı bey,
Kara tahta onunde ogrencılıgımı saymazsanız 24 yıl gecırdım.Ellerınıze ve yuregınıze saglık.
Bıraz duygulandım. Karatahta da ogrencının basarısıyla butunlesınce rengı bıle onemlı olmuyordu.
Kara tahtanın onunde ya basarılar sergılenır ya da hıc onunde durulmak ıstenmezdı. Yanı bır nevı cezalandırılmanın yerı gıbıydı....
Sımdı teknolojının adı gecıyor.Bılgısayarla her ne kadar yer degısse bıle karatahta sevdası bı baskaydı sankı:))))
Ankara dan saygı ve sevgıler...
Mayıs 1st, 2011 at 01:14