Karanlığın Gölgesinde
Karanlığın Gölgesinde... Bu bir film ismi. (Oysa internete girdiğimde
bu isimle iki yıl önce çekilmiş başka bir film çıkıyor ve aradığımı
bulamıyorum. Seyrettiğim yıl 1978 veya 79 du ve belki de orijinal
ismi bu değildi. O yıllarda filmler orijinal isimleriyle değil,
gösterime sokan firmanın uydurduğu bir isimle oynatılırdı) Seyrettiğimde,
on dokuz yaşındaydım. Beni en çok etkileyen on filmin içine girmiştir herhalde.
Ne ismini, ne yönetmeninin ismini, ne oynayanları hatırlamıyordum.
Birlikte seyrettiğimiz arkadaşın hafızası kuvvetliymiş ondan öğrendim yirmi yıl
sonra. Yönetmeni Almanmış. Bizi o kadar çok etkilemesinin nedeni,
dışavurumcu anlatımın ilk ve başarılı örneklerinden biri olmasından ötürüymüş.
Başrolde Max Von Sydow varmış.
Üç kız, birlikte gitmiştik. Filmden çıktıktan sonra, şaşkın şaşkın birbirimize
bakmıştık. Sonunu anlamamıştık. Ana fikrini falan da anlamamıştık ama
müthiş etkilenmiştik.
Bekleme salonunda, sohbete başladığımız esmer, zayıf, bıyıklı bizden bir
kaç yaş büyük olan bir genç bize anlamadığımız yerleri anlatmıştı. ‘Siz ne
biçim basın yayın öğrencisisiniz?’ diye de çıkışmıştı.
Şimdi düşünüyorum da yaşımız anlamak için erkendi. Filmin ne ismini, ne
yönetmenini, ne oyuncuların ismini, hiçbirini hatırlamıyordum ya, konusu
mıh gibi aklımda.
Bazı enstantaneler ve pasajlar da aynı canlılığıyla duruyor beynimin
ekranında.
Konusu kısaca şöyleydi. Adamın (M.V.Ş) çocuğu suda boğuluyor. Üzerinde
Kırmızı bir manto vardır. Adam bir gün aynı kendi kızı boy posunda kırmızı
mantolu birini görüyor. Filmin sonuna kadar, ne idiğü belirsiz bu
kırmızı mantolu hayalin peşine takılıyor. Sonu tam bir şok. Yazmak
istemiyorum çünkü, seyredilmesi gereken filmlerden biri bence.
Yanılgıyla, gerçeğin; gerçekle gerçeküstünün nasıl iç içe geçmiş olgular
olduğunu çok güzel anlatıyor.
Filmin bir enstantanesi, hiç aklımdan çıkmadı senelerce.
O bölümde aslında ne denmek istendiğini de o genç anlatmıştı bize.
M..V.Ş bir kiliseye giriyor. Rahiple konuşmaya başlıyor.
Bu arada kilisenin içinde iskeleler kurulmuş, bir restorasyon olduğunu
görüyoruz. iskelelerin altında konuşmaktadırlar. Ve birden iskelelerden
biri yıkılıyor, iskelenin üstündeki adam, bir ipe tutunuyor ve tepede
sallanıyor, düşme tehlikesi yani. Bu sırada rahipte büyük bir panik başlıyor.
Henüz düşmemiş olan adam yukarıda sallandıkça, rahip onu tutma
kaygısıyla aşağıda koşturuyor. Öylesine bir panik sergiliyor ki, M.V.Ş
şaşkınlıkla onu izliyor. Ve tepedeki adam sağlam bir iskeleye atlayıp
kurtulduktan sonra, rahip, M.V.Ş a, babasının bir kilisede bir restorasyon
sırasında aynen bu biçimde devrilen bir iskeleden düşerek öldüğünü söylüyor.
“Yaşadığımız ve bizi etkilemiş olana benzeyen olaylara karşı daha duyarlı
oluruz.” düşüncesi, sinema diliyle bu kadar mı güzel anlatılır?!
Not: Postmodernizm, bugün bir çok değerin içini boşaltarak, biraz seks, biraz
şiddet, biraz gözyaşı, biraz mizah katıp, popüler hale getiriyor ve pazarlıyor.
“Acaba abuk bir filme karanlığın gölgesinde ismi takılarak, bu filmin tamamen
gömülmesi mi istendi?” diye hayin bir soru geliyor aklıma.
Sparkaküs dizisinin sadece iki bölümünü seyrettim. Seksten ve şiddet
sahnelerinden başka bir şey yoktu. Oysa ki Sprataküs bir köle özgürlük
mücadelesinin kahramanıdır. Kanımca insanoğlu, akıllara zarar bir
dejenerasyon sürecinden geçiyor. M.Ş. 2009