‘Kalk Git’ Diyen Sandalye, ‘Bitse de Gitsek’ Dedirten Hutbe
Yaptığımız bir işten nasıl bir netice hasıl olduğunu düşünme, önemseme alışkanlığını ne zaman kazanacağız, ya da kazanabilecek miyiz bilmiyorum.
Adam çelik borulardan sandalye yapmış, görünüşüne bakarsanız kelle kulak yerinde. Kendince arkalığını kavislendirmiş (herhalde daha ergonomik olması için), biraz da yüksek tutmuş (belki omuzları da desteklesin diye), belli ki iyi bir iş çıkarayım diye gayret sarfetmiş. Amma velakin oturduğunuz zaman beşinci dakikadan itibaren “kalk git!” demeye başlıyor. Siz oturdukça, ağırlar da omuzlardan itibaren kürek kemiklerinde, omurgada, kaburgada yavaş yavaş yerini alıyor.
Behey mübarek adam! Yaptığın iş ne işe yaradı diye hiç mi oturup bakmadın. Üstelik bunun için bilmem nereden ‘akredite’ olmuş laboratuvara ihtiyaç yok. Topu topu, yaptığın sandalyeye kıçını kırıp beş on dakika oturacak ve vücudunun ne tepki verdiğini tespit edeceksin. Daha olmadı, farklı kilo ve beden ölçülerinde bir iki eşe dosta rica edip onların da izlenimini alacaksın. Eğer sonuç iyiyse ne âlâ, değilse düzeltme yoluna gideceksin.
İyi sonuç veren kaliteli bir iş ya da hizmetle ‘ben yaptım oldu’ kabilinden kusurlu ve yetersiz iş veya hizmeti ayıran fark, zihin yapısı temelinde işte bu kadar küçüktür. Küçüktür ama bu iki farklı zihniyetin ürettiği pratikler arasında, danışanın dağ aşması ile danışmayanın yolda şaşması kadar fark vardır. Türkiye’nin, onca potansiyeline ve dinamiklerine rağmen dünya ile rekabette niye hala çok zorlandığının cevabını bir de bu pencereden bakarak aramak icabeder.
Buradan bir de Cuma hutbelerine geçelim. Kendi inisiyatifi ile konu belirleyip irticalen hutbe okuyan hoca neredeyse kalmadı. Bildiğim kadarıyla Diyanet İşleri Başkanlığı gözetiminde belirlenen veya tavsiye edilen metinler hocaefendiler tarafından cemaate okunuyor. Eğer bu hutbelerden, dini bir rüknü yerine getirmekten öte bir fayda bekleniyorsa, böyle bir fayda sağladığını hiç sanmıyorum. Bu verimsizliğin birden çok sebebi var ve bence en önemlisi şu: Hutbe metinleri çok uzun ve kimsede o kadar uzun metni dikkatle dinleyip istifade edecek sabır ve dikkat yoğunluğu yok maalesef.
Cuma cemaatinin yaş ortalaması, hutbe esnasındaki tavırları ve mesela, namaz çıkışında kapalı olan cep telefonlarını açmak için gösterdikleri, caminin avlusuna çıkmayı bekleyemeyecek kadar “tezcanlılık” durumu anlatmaya yeter. Okunan hutbenin dinleyenler üzerindeki etkisini daha iyi ortaya koymak için, Cuma namazı çıkışında bir-iki soruluk yoklama yapılması da, boşa kürek çekilip çekilmediğini hemen gösterecektir.
Sebep-sonuç ilişkisi diye bir şey vardır; dolayısıyla alet, edevat, yöntem değişmese bile başka şartlar değiştiğinde aynı işten alınacak sonuçlar da değişir. Elli sene önce Cuma günlerinde işlerini farklı programlayan, bir köyden başka bir köye, kasabaya, şehre Cuma namazı için giden adamla bugün Twitter’da, Facebook’ta son laklakını yapıp elli metre ötedeki camiye nefes nefese yetişen adamın, dinledikleri hutbeden aldıkları hisse aynı olabilir mi?! Hele de bazı gençler; namaza durmanın bile caiz görülmediği hutbe esnasında e-postalarını/mesajlarını kontrol etmekle meşgulken hutbede anlatılanların kafalarda yer etmesini beklemek beyhudedir. Uçağını kaçırma endişesi, izin aldığı mesaisine geç kalma kaygısı ile hop oturup hop kalkanlar açısından da durum farklı değildir..
En az çeyrek asırdır bu yanlışlık sürüyor. İşin teknik yanı ve detaylı çözüm önerisi benim alanımı ve haddimi aşar. Bununla birlikte, hutbenin evvelinde ve ahirindeki dua fasıllarını bir kenara bırakırsak; kısa giriş ve bitiriş sözleri arasına yerleştirilmiş, cemaatin kulağına değil doğrudan gönlüne hitap eden -tabiri caizse- etkili, vurucu ve dinleyeni düşünmeye sevkedici iki üç cümleyi aşmayan hutbe iradının şimdikinden çok daha faydalı olacağı kanaatindeyim.
Yaptığımız işin sonuçlarını ölçüp değerlendirmeden, sanki hiçbir sorun yokmuş gibi davranmaya devam edersek; yazının başında anlattığım sandalye ustasını gıyabında bir güzel kalaylayıp sandalyesini de bir şekilde başımızdan atabiliriz. Lakin, mesela hutbe gibi atamayacağımız şeyleri ne yapacağız?