Kahve İçtiğinde Yüzlerinin Kararacağını Zanneden Çocuklardık
Biz bugün bildiğimiz sokak çocukları gibi değildik. Karanlık bastığında sokakları mesken tutmuş, sokak çocuklarıydık… Kahve içersek yüzlerimizin kararacağını zanneden, misafir odalarına ancak misafirlerle beraber girebilen o zamanın çocuklarıydık…
Bugün de hala kahve içmeyi sevmem, çünkü nedense bana birşey ifade etmez… Neden böyle olduğunu geçen gün
fark ettim.
Arkadaşlarımızla gecenin bir yarısı otururken, arkadaşım “kahve söyleyeyim” dedi.
Kahveden bir şey anlamadığımı ifade ettim.
Şaşırdı herkes…
Sonra aklıma geldi ve başladım anlatmaya…
Çocuktuk evimize misafir geldiğinde, ev ahalisinden kimseye servis yapılmayan kahve fincanları vitrinlerden çıkarılır, kahveler hazırlanır ve misafirlere tabi ki büyüklere servis yapılırdı.
Çocuklar olarak biz de kahve istediğimizi söylediğimizde, “kahve içerseniz yüzleriniz kararır” diyerek korkutulur ve kahve istememizin önüne geçilirdi.
Nedense büyükler kahve içerlerdi, onların yüzleri kararmazdı.
Neden bizim yüzlerimizin kararacağını da sor(a)mazdık.
Ya akıl etmezdik ya da soru sormak ayıptı.
Galiba kahve pahalıydı ancak misafirlerle beraber içilebilirdi.
Anlayacağınız yoksulduk…
****
Kahve içince yüzlerinin kararacağını zanneden, misafir odalarına giremeyen, girersek anne ve babalarımızdan papara yiyen çocuklardık.
Hava karardıktan sonra bile sokaklardan evlerine zorla giren; erkekler kızlar beraber seksek, kuka, birdirbir, çelik çomak, erkekler olarak uzun eşek oynayan çocuklardık.
Saatlerde saklambaç, kovalamaca, ebe oynayan çocuklardık.
Aşağı yukarı mahalleleleri ile savaşa tutuşan çocuklardık.
Sonra birleşip başka mahallelerin çocukları ile savaşa tutuşan çocuklardık.
Ve bugün hala aynı alışkanlıklarımız devam ediyor, nedense…
****
Sonra çocukların asla gir(e)mediği, evin büyüklerinin bile ancak misafirler geldiğinde girdiği salonlarımız vardı. Adı misafir odalarıydı.
Ev sahibinin, bir anlamda misafirlerine gösterebileceği evlerimizin en seçkin yerleriydi.
Tabi evlerimiz tek odalı değilse…
Çünkü çok odalı evleri olanlar çok şanslı ya da ekonomik durumu birazcık iyi olan insanlardı.
Tek odalı evlerde büyüdük…
Zeytinburnu’nda oturuyorduk.
Tek odalı bir gecekonduda oturuyorduk.
Tuvaletimiz dışarıdaydı.
Mutfak ise hemen odanın yanında sonradan yapılma küçük bir yerdi.
Banyolar ise odanın içersindeydi.
Banyo dediysek banyo değil…
Su gideri olan beton dökülmüş sofadan ayrılan yerlerdi.
Banyo yapılmayan zamanlarda üzeri kapatılırdı.
****
Gecekondu bölgesiydi oturduğumuz semt… Çırpıcı mahallesi…
Sokağımızın ışıkları yandığında çocuklar cümbür cemaat sokaklardaydık.
Her yer yeşil olmasına rağmen biz yine sokakları mesken tutmuş çocuklardık.
Adımız şimdinin sokak çocukları gibi değil, zamanın sokakları mesken tutmuş, sokak
çocuklarıydık.
****
Sonra Sefaköy’e taşındık.
İki daireli evimiz vardı.
Bir daire amcamın, diğer daire de bizimdi.
Babamla amcam beraber oturmaya karar vermişlerdi. Ne de olsa kira gelirleri olacaktı, daha kolay borçlarını ödeyeceklerdi.
Diğer daire ise kiraya verilmişti, bir odası da bakkal yapılmıştı.
Yıllarca böyle devam etti.
Sonra amcamlar karşı daireye taşındıktan sonra artık benim bir odam vardı.
Salon da misafir odasıydı.
Sadece misafirler gelince açılır, açılmadığı zamanlarda çocuklar girerse rahmetli annemin sert sözleri duyulurdu.
“Ortalığı dağıtmayın, misafir odasına girmeyin, çabuk çıkın.”
Biz yine de o ayrıcalıklı odada oturmayı severdik.
Çünkü koltukları, sehpaları vardı.
Bir de misafirler için ayrılmış şeker ve lokumlar…
Misafirler için ayrıcalıklı olan odada olmak bizi de ayrıcalıklı yapardı.
****
Şimdi büyüdük.
Ne büyüklerimizin bizlere dediklerini şimdi çocuklarımıza söylüyoruz…
Ne de salonlarımızı sadece misafirler geldiğinde açıyoruz.
Aksine salonlarımız şimdi evimizin vitrinleri…
Tabakları, bardakları da saklamıyoruz…
Kendimiz için açtığımız servis tabaklarını misafirlerimiz için de açıyoruz.
****
Nasıl da zihniyetler değişiyor…
Nasıl da yaşam tarzlarımız değişiyor.
Nasıl da hayata bakışlarımız değişiyor.
Ve biz değişmenin olumluğu içerisinde eskiye özlemle hikayeler anlatıyoruz.
Ah eski günler yok mu…
Ah eski arkadaşlar, dostluklar…
Diye diye hayıflanıyoruz.
Halbuki, o zamanlarda da büyük olanlar aynı şeyleri geçmiş için söylüyorlardı.
Yoksul ya da zengindik…
Siyah önlüklerimiz vardı.
Sözde imtiyazsız, kaynaşmış bir toplumun çocuklarıydık.
Bunun en önemli göstergesi de siyah önlüklerimizdi.
Askeri adımlarla yürürdük.
Saçlarımız traşlıydı.
Sabahları saç kontrolü, sıraların üzerinde tırnak kontrolü yapılan çocuklardık.
*****
Sınısız, kaynaşmış sözde eşit cumhuriyetin çocuklarıydık…
Siyah önlüklerimiz formamızdı, simgemizdi.
Ancak siyah formalarımız bile ailelerimizin sosyal statüsünü gösterirdi.
Kaliteli siyah önlük, kalitesiz önlük, yakalık hemen belli olurdu.
Ayakkabılarımız, (hatta kimilerimizin lastikti, sözde ayakkabı benzeri) pantolanlarımız farklıydı.
Kime neydi ki, nede olsa biz sınıfsız, eşit askeri bir toplumun, askeri adımlarla yürütülen geleceğe hazırlanan bugünün sözde demokratik çocuklarıydık.
****
Şimdi kocaman adamlar olduk.
O zamanın çocukları, şimdi, başkasının çocuklarını tek tip yetiştirmek istiyorlar hem de en çok karşı çıktıkları dünün zihniyetine benzeyerek…
Ne diyelim Allah akıl fikir versin.
****
Dünün çocukları olarak “yüzlerimiz kararır” diyerek hala kahve içmiyoruz…
Belki de kimilerimiz birer kahve tiryakisi olarak, çocukluğumuzda içirilmeyen kahvelere inat daha çok kahve içiyoruz…
Büyüdük, dün dünde kaldı. Hayat ise tüm hızıyla değişiyor…
Biz ise arkasından yetişmeye çalışıyoruz… Mezarlıkların tamamı hayatın değişimine sözde yetişenler ve yetişemeyenlerle dolu…
Son söz: Bugün ise bu yazıyı okurken dünde kalmış olacak. Aynı dünde kalan herşey gibi…