Kadının Yeri Ne Oldu?
İnsan cinsinin yarısı kadınlardan oluşmaktadır. Sırf bu yüzden olsa bile eski çağlardan beri, kadının toplum içindeki yeri hep tartışma konusu olmuştur. Kadının yeri aslında iç açıcı bir durumda da olmamıştır. İnsan insanın kurdudur sözünün en çok haklı çıktığı konuların belki de birincisini kadın oluşturmuştur. Kadının bazı çağlarda insan sayılıp sayılmayacağı tartışılmışken, bazen de onun erkek cinsinin mülkü arasındaki yerinin neresi olacağı hakkında uzun anlaşmazlıkların olduğu da bilinmektedir. Yeryüzünün hiçbir köşesi bu konuda insan cinsini utandıracak işlerden, tartışmalardan uzak kalamamıştır.
Bir toplumu en çok etkileyen faktörlerin başında onun gelenekleri, siyasi ve inanç yapısı gelmiştir. Bu yüzden Türk toplumunda kadına bakışın yerini anlayabilmek için öncelikle,
Türklerin de içinde yer aldığı İslam’ın kadına nasıl baktığını hatırlamak gerekir. Hz. Peygamber döneminde kadınların sosyal hayattaki yeri oldukça önemliydi ve öncelikliydi. Kadınlar cuma, bayram ve vakit namazlarında camiye geldikleri gibi Hz. Peygamber(sav)’in onlarla toplantılar yaptığı da bilinmektedir. Hicret öncesinde Akabe, Hicret sonrasında ise Rıdvan Biati denilen toplu sözleşmelerde kadınlarda bulunmuştur. Hz. Peygamberin hanımlarını, kızlarını hiç dövmediği, bunun yanında hanımlarını-kızlarını şiddetle uyardığı da bilinmektedir. “İnsanların en hayırlılarının, hanımlarına iyi davrananlar olduğu” gibi vurguları da bilinmektedir.
Hz. Peygamber dönemi aynı zamanda Cahili Arap geleneğine karşı bir meydan okuma dönemidir. O gelenek içinde insan cinsini, kadın cinsini inciten tüm uygulamaların şiddetle mahkum edildiği bir dönemdir. Yine o dönemde Arap toplumunda göçebe olanların sayısı hayli yüksektir. Göçebeler arasında kadın daha serbest hareket edebileceği bir iklimin içindedir. Kadınlar hakkındaki kısıtlamalar göçebeler (Bedevi)ve yerleşik olanlar(hazari) arasında da görülmesine karşılık, yinede kadının aile içindeki gücü oranında toplumsal hayatın içinde bir özen olduğu örnekleri de vardır. Hz. Peygamberin ilk eşi Hz. Hatice ve Ebu Süfyan’ın eşi Hind bu çerçevede hatırlanacak örneklerdir. Göçebeler arasında eksik olmayan kan davaları, savaş yeteneğine sahip olanları (erkekleri) daha değerli buna karşılık erkekle aynı ölçüde savaş yeteneğine sahip olmayan kadınları daha değersiz saydıracak toplum yapısı oluşturmuştur.
Bütün bu bilgilerin aksine Emeviler döneminde (661-750) yerleşik hayata geçiş çoğalmasına karşılık, yerleşik olan nüfus içinde de kadının statüsü giderek gerilemiştir. Kadın sosyal hayatta daha az görülür olmuştur. Toplumsal içerikli toplantıların yanında Cuma, bayram ve vakit namazlarında bile kadın camide görülmez olmuştur. Doğrudan siyasi karar verme demek olan biatleşme törenlerinde ise kadın hiç olmamaya, görünmemeye başlamıştır. Zaten Emevi dönemiyle birlikte biatte her türlü anlamından uzaklaşarak bir zorbaya boyun eğme törenlerine dönüşmüştür.
Emevi, Abbasi ve takip eden dönemlerde kadının yeri İslam Ümmeti içinde hiçte saygı duyulacak bir seviyede olmamıştır. Üstelik bu durum İslam’ın genel ilkeleriyle de açıklanmaya çalışılmıştır. Kur’an ayetlerinde dayandırılmaya çalışılan iddialara göre; kadının şahitlikte erkekle eşit sayılamayacağı, mirasta eşit olmayacağı, kadı-devlet başkanı olamayacağı gibi görüşler giderek egemenlik alanını genişletmiştir.
Kadın İslam Hukukunda hakkın tarafı olarak görülmüş: “erkeklerin de kazandıklarından bir nasibi, kadınların da kazandıklarından bir nasibi vardır” (Nisa 4/32) ayetiyle kazanma, kazandıklarından sorumlu olma, kazandıklarını tasarruf etme konusunda erke ve kadın cinsi arasında bir fark gözetilmemiştir. Kazanç da ise maddi ve manevi alan ayırımı yapılmamıştır. Kadın hem manevi hem de maddi kazanç sahibi buna göre de kazandıklarından sorumlu tutulmuştur. Tarih boyunca mülkiyetlerini hayır işlerinde özellikle vakıf alanında kullanan kadınların varlığı, hukuk alında da kendi kazançlarını pekala uygun gördükleri alanlarda tasarruf edebildiklerinin önemli ve öğretici misalleridir. Hemen her İslam ülkesinde kadınlar tarafından kurulan sayısız vakıflar vardır.
Her türlü işte tasarruf sahibi sayılan kadının kendisinin tarafı olduğu nikahta, kendi kendine karar verecek ehliyette sayılmamasını savunan bazı mezhep imamlarının varlığı, ancak o imamların doğup büyüdükleri sosyal çevrenin alışkanlıkları, öngörüleri ile açıklanabilir. Yoksa doğrudan Kur’an nasları ile böyle bir görüşün teyit edilmediği bilinmektedir. Yine bunun gibi, nikah sırasında evet diyerek kendi geleceği, kendi nikahı hakkında karar verebilme yeteneğine sahip sayılan kadının boşanmayı gerekli görmesi halinde; boşanma hakkının önceden nikahlanma esnasında ancak kocanın izin vermesi şartına bağlanması da hiçbir ayete dayanmayan yalnızca bu görüşlerin sahipleri olan fıkıh bilginlerin sosyal çevrelerinde baskın olan geleneklerin bir tezahürüdür. Son derece tutarsızdır.
Aile reisliğinin mutlaka erkeğin hakkı olduğu görüşüne temel sayılan ayet ise (Nisa 4/34) kıyamete kadar bütün aileleri kapsayacağı iddiası ispatı hayli zor olan müşkül bir konudur. Çünkü ayette erkeğin daha “kavvam” yaratılışta olduğunun beyan edilmesi, ontolojik bir farklılıktan daha çok özellikle fonksiyonel bir farklılık şeklinde açıklanması da mümkündür. Ancak bu fonksiyonel farklılığa bağlı olarak erkek cinsine yüklenen sorumluluklar göz ardı edilerek, doğrudan ontolojik bir farklılıkla erkeğin üstün tutulduğu iddiaları ise külliyen yanlış, yersiz ve mesnetsizdir.
Erkeğe birden fazla evlenme izninin verilmesini “erkek cinsinin bir hakkı” hatta bir üstünlüğü olarak görmek ne ölçüde mümkündür? Çünkü birden fazla velenebilirliliğe işaret sayılan ayet bile (Nisa 4/3) tek evliliğin esas alındığı şeklinde de açıklanmıştır. Çünkü eşler arasında eşitliğin gözetilmesini ahlaki bir sorumlulukla çok evlilik için yeterli sayan görüşe karşılık, eşler arasında eşitliğin gözetilmesini ahlaki sorumluluğun yanında hukuki bir sorumlulukla da açıklanması çok eşliliği istisnai bir duruma getirmişken, bunun aksinin düşünülmesi de zaten bu ayette istenen adalet şartının da hiçe sayılması sonucunu kaçınılmaz edecektir. Çok eşli evlilikler ise toplumdan topluma, çağdan çağa büyük farklılıklar göstermektedir. Osmanlı Şeriyye Sicillerinde bu alanda yapılan araştırmalar da ise çok evliliğin hiçbir zaman hiçbir yerde % 10 seviyesini aşamamış olmasını, toplumsal şartların yanında insan tabiatının da doğal bir sonucu saymak doğru bir açıklama olmalıdır. Savaşlara, salgın hastalıklara, bireysel hastalıklara bağlı ve istisnai bir mümkün sayılan bu uygulamanın, erkek cinsine verilen bir hak veya erkek cinsinin üstünlüğünü gösteren bir misal olarak ele alınması mümkün değildir.
Miras konusunda kadının yarım sayılması ne kadar gerçekçidir? Miras için temel sayılan ayetler (Nisa 4/11-12) ele alındığında bu iddiayı teyit etmek hayli zor görünmektedir. Çünkü evlilik esnasında erkek tarafının kadına vermek zorunda sayıldığı “mehir” başlangıçta, mal varlığını kadının lehine bozmuşken, mirasta ise yalnızca gayri menkulde (menkulde değil) kadının erkeğe göre yarım pay sahibi sayılması bozulan eşitliği tamamlamaktadır. Bunun böyle açıklanması yerine kadının aleyhine külli bir kural gibi erkek tarafının lehine işletilmesi her türlü adalet ölçüsüne aykırıdır.
Geleneksel İslam Fıkıh çevrelerinin neredeyse ittifaka yakın olduğu nadir görüşlerden birisi de kadının devlet başkanı/halife ve kadı olamayacağı hakkındadır. Bu görüşe doğrudan kaynaklık edebilecek hiçbir ayet yoktur. Ayetlerin ilk ve en önemli yorumu demek olan sahih hadis metinlerinde de bir karşılık bulmak hayli müşküldür. Üstelik Kur’anda Belkıs’tan söz eden ayetlerde belki bu konunun doğrudan bir açıklaması niteliğindedir. Çünkü Belkıs’tan söz eden ayetlerde (Neml 27/23-44), onun devlet başkanlığı konumunda olmasından hiçbir şekilde ve olumsuz olarak konu edilmemiştir. Gerekli sıfatlara sahip olmak kaydı ile Belkıs için olağan sayılan bir iş, bir görev onun hem cinsleri için neden kıyamete kadar yasaklı olsun? Konu hakkında ibretlik ve öğretici bir misalde Hz. Aişe’nin Cemel savaşındaki (M.656) konumudur. Çünkü Hz. Aişe bu savaşta bir tarafın komutanıdır. Doğrudan savaş idare etmiştir. Bu savaşta onun haklı/haksız olduğu konusunda çok şeyler söylenmiştir ama kadın olduğu için bu konuda hiç karşı çıkılmamıştır. Cemel Savaşından beri hiçbir kimse, hiçbir taraf, “Hz. Aişe bir kadın olarak bu işi yapmamalıydı, bir kadın olarak bu işe kalkıştığı için haksızdır, yanlış yapmıştır” diye bir iddiada bulunmamıştır. İşin garip tarafı kadın devlet başkanı olmaz olmamalıdır görüşünün baskın olmasına karşılık İslam tarihinde devlet başkanı konumunda olan kadınlarda bilinmektedir. Yemen’de Süleyhiler döneminde Hurre Suleyhiyye, Hindistan/Delhi’de Sultan Şemseddin İltutumuş’un ölümünden sonra kızı Raziye begüm, Eyyubi hükümdarı Salih Necmeddin Eyyubinin vefatı üzerine eşi Şecerüddür hükümdar olmuş adına hutbe okutarak sikke bastırmıştır. İran’a Türk atabeyi Boz-abanın eşi Zahide hatun ve Salgurluların son hükümdarı Abiş hatun, hükümdarlık yapmıştır.
Kadının şahitlik yapması durumunda iki kadının bir erkeğin şahitliğine denk sayılması da kadın erkek eşitsizliğinin bir başka örnek iddiası olarak bilinmektedir. Doğrudan bu iddiaya karşılık olarak gösterilen ayet ise Bakara 2/282’dir. Ayetleri açıklayanlar kendi fıkhi, siyasi görüşlerinin etkisinde kalarak açıkladıkları gibi en başta da sosyal çevrelerinin etkisi de bu açıklamalarda bir pay sahibi olmuştur. Çünkü herkesin bildiği tarihi malumat içinde Arap toplumunda ticaretle uğraşan bu konulara vakıf olan kadınlar ancak istisna düzeyindedir. Mekkeli kadınlar içinde okuma yazma bilen kadınlar da elbette bu düzeydedir. Bir konuyu bilmeyen, bir konu ile ilgilenmeyenlerin o konuyu doğru anlamaları gerektiğinde doğru şahitlik yapmaları hayli şüphelidir. Bundan dolayı ticareti bilmeyen, ticaretle uğraşmayan Mekkeli kadınların ticari konular hakkında ancak iki kadın şahidin bir erkek şahide denk sayılması istisnai bir konudur ve o konuyla o günün şartlarına bağlı olarak ele alınması insan tabiatına daha muvafıktır. Bunun yerine kadın erkek eşitsizliğinin sabit bir örneği olarak ısrarla hatırlatılması bilgi eksikliği kadar iyi niyet eksikliğinin de bir tezahürü sayılabilir. Eğer kadınların bilmedikleri bir ticari işlemde, iki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine denk sayılır kuralından; kadın erkeğin yarısıdır sonucuna ulaşılırsa yalnızca erkek şahitten söz eden (Nur 24/4) ayetten de kadının bütünüyle yok sayıldığı gibi bir başka yanlış sonuca da ulaşılabilir. Oysa ölüm yaklaştığında mirasını vasiyet eden kişinin şahidi olarak (Maide 5/106) ve evliliğin şahidi olan kişilerden (Talak 65/2) söz eden ayetlerde ise kadın erkek cinsine hiçbir göndermede bulunulmamıştır. Bu konulara yeterince vakıf olunmadan, kadın erkek eşitsizliği için doğrudan Kur’an ayetlerinden örnekler aramaya çalışmak bir önyargının tekrarından başka bir şey değildir.
Türk tarihinde kadının yerinin giderek önemsizleşmesi, İslami ilkelerin hatalı, yanlış ve eksik açıklanması kadar gerileme dönemlerinin de yıkıcı etkileri pay sahibidir. Tarihin her döneminde kadının çok kötü bir durumda olduğu ancak 1920’lerde “kurtarıldığı” iddiaları ise tümüyle bir şehir efsanesidir. Kadının bilerek okutulmadığı, sosyal hayattan uzak tutulduğu ve “kadının maküs talihinin İsviçre’den bir medeni kanun ithal edilmesiyle yenildiği” iddiası ise tarihe insan aklına büyük haksızlıktır, hatta saygısızlıktır. 1830’larda başlayan ilk zorunlu eğitimin üzerinde daha 20 yıl geçmişken 1858’de Kız Rüştiye Okulu, 1870’te Kız Öğretmen Okulu açılmıştır. II.Meşrutiyet döneminde kız öğrenciler için üniversitede bölümler açılmıştır. Tanzimat ve meşrutiyet dönemlerinde ise çok sayıda kadın derneği kuruluşu oluşmuştur.
Sosyalizm bütün iddiasını “işçi sınıfı üzerine” tesis etmiştir. Kaderin garip bir tezahürü olarak Sosyalizme karşı ilk toplumsal direniş 1980’lerde Polonya’da Leh Walesa önderliğinde işçi sınıfı tarafından başlatılmıştır. İşçi sınıfı Sosyalizmin tasfiyesinde öncü rolü oynamıştır. Zaten sosyalizm deneyiminde, işçi sınıfı kapitalizmin egemenliğindekine denk bir çaresizlik perişanlık yaşamıştır. Sosyalizmde işçi sınıfının sosyalist bir düzen tahayyülü için, toplumsal bir taban, bir dayanak sayılmasına benzer bir şekilde Türkiye’de de bazı çevreler tarafından kadınlar Kemalist bir düzen için ana dayanak sayılmış, İslami bir düzen tahayyülüne karşı kadınlar ön cepheye sürülmeye çalışılmıştır. İslami ilkeler tahrif edilerek, çarpıtılarak, tarih tümüyle bozularak kadınlar yönlendirilmeye militan bir ruhla donatılmaya çaba sarf edilmiştir.
Oysa bütün bir milletin sindirildiği bir dönemde, tıpkı sömürgeci batılılar gibi milletin kendisi için iyi olanı/kötü olanı seçemez sayıldığı, millet yerine yalnızca eşsiz bir dehanın, benzersiz bir kurtarıcının her şeyi en iyi düşünüp karara bağladığı buna karşılık, bütün milletin o yüce kurtarıcının kararlarını/buyruklarını tekrar etmekle/taklit etmekle ödevli sayıldığı bir dönemde kadın hangi konuda karar verici olabilmiştir? İşçi sınıfının sosyalizme meydan okuyarak, sosyalist teorinin tasfiyesinde öncü rolü üstlendiği gibi Türkiye’de de kadınlar Kemalist teorinin çaresizliğini ortaya koymuştur. Çünkü Kemalizm’in bütün dünyayı kadınlara bağışladığı iddialarına karşılık, kadının daha kendi kıyafetini bile seçmeye ehil sayılmadığı görülmüştür. Resmi/baskıcı makamların uygun görmedikleri kıyafetleri tercih eden kadınlar “iç düşman” görülmüştür. Okumaları engellenmiş, devlet kuruluşlarında çalışmaları yasaklanmıştır. Kendi özgür iradeleriyle kendilerine bir yön, bir yol seçmeye böylece kadınların bir şey değil bir kişi olmalarına engel olunmaya çalışılmıştır. Kadınlar için hala neyin doğru neyin yanlış olacağına çok uzun yıllar önce yaşamış olanların karar vermiş olduğu tekrarlanmıştır. Bu tekrarları önemsemeyen kadınlar cahil, akılsız, kendi menfaatini bilmekten aciz, zavallı bir aygıt gibi bir şey gibi düşünülmüştür. İslami duyarlılıkla donanmak kadın için hala birileri tarafından bir “iç tehdit” sayılmaya devam edilmektedir. İşgalci düşmanların vaktiyle engellemeye çalıştıkları İslami duyarlılıklar, iktidara tutunmayı becermişler tarafından da daha şiddetli ve kanlı baskılarla sürdürülmeye çalışılmaktadır. Kadın milletin çoğunluğu gibi yalnızca özel ve kamu sektöründe ucuza çalıştırılan basit bir varlık bir araç olarak görülmeye çalışılmaktadır. Ancak hayatın doğal akışı içinde kentleşen, okuyan, şey olmaktan araç sayılmaktan çıkan giderek bir kişi ve karar verici, irade sahibi olmak için uğraşan kadınlar, Kemalist teorinin bütün önyargılarını, engellerini teker teker aşarak ilerleyen kadınlar Türkiye’de daha özgür bir geleceğin de hem habercisi hem de kurucusudur.
SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA
Bernard Caporal, Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Kadın, Ankara 1982.
Ebu’l Ala Mevdudi, Kur’an Açısından Kadın, İstanbul 1980.
Fazlurrahman, Anakonularıyla Kur’an, Çeviren: Alpaslan Açıkgenç, Ankara 1999.
Hidayet Şefkati Tuksal, Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneğindeki İzdüşümleri, Ankara 2000.
Hüseyin Hatemi, İlahi Hikmette Kadın, İstanbul 1995.
M. Akif Aydın, Kadın, İA, C.24, İstanbul 2001, s.82-95.
M. Akif Aydın, İslam Aile Hukuku, İstanbul 1981.
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Çeviren: Salih Tuğ, İstanbul 1980.
Murtaza Mutahhari, Kadın, Türkçesi: İsmail Derya, İstanbul 1991.
Nejla Akaya, “İslam Hukukunda Kadının Siyasi Hakları”, İslami Araştırmalar X, Ankara 1997.
Ömer Demirel vd. “Osmanlılarda Ailenin Demografik Yapısı”, Sosyo Kültürel Değişim Sürecinde Türk Ailesi, Ankara 1992 I,
Süleyman Akdemir, Tarih Boyunca ve Kur’an-ı Kerim’de Kadın, Ankara 1997.