Kadın Meselelerine Batı Odaklı Tercüme
Kadın Meselelerine Hep Batı Odaklı Tercümeyle Bakılmıştır
Kadınların yaşamları, hakları ve sorunları dünya üzerinde ne zaman başladıysa bizde de dolayısıyla bu topraklarda da aynı dönemde ortaya çıkıyor. 1800’lerdeki feminizm dalgası dünyada görülmeye başladığı zaman Osmanlı kadınında da bir anlamda görülüyor. Kadınlar özellikle eğitim ve çalışma hayatı konusunda hareketlenmeye başlıyorlar. Ve Cumhuriyet’le birlikte bu durum taçlandırılıyor.
Aslında bu topraklarda, kadınların yaşamları, kadınların hakları ve sorunları konusu dediğimiz zaman tarihsel bir yolculuk yapmak kaçınılmaz oluyor. Biz de bu konularda ve günümüzdeki kadınların sorunları, hakları ve kadına şiddet üzerine, Antropolog, gazeteci-yazar Kadın Eserleri Kütüphanesi Başkanı Nevval Sevindi’yle konuştuk. O bize bizi bu toprakların kadınlarının geçmişini ve yaşam tarzını anlattı. Sevindi, Dede Korkut’tan başlayan kadın erkek eşitliğinden, Şamanizme kadar uzanan kadın erkek ilişkisinden söz etti. Kırılma noktasının ne geçmişimizdeki kültürden ne de dinden olduğunu bunun siyasi olarak özellikle yapıldığının da altını çizdi.
Cumhuriyet Tarihi’nde siyasette kadının yeri nedir?
Atatürk Cumhuriyeti kadınlarla kurdu. Çünkü hem kadınların bir ideale bağlandığı zaman ki fedakarlıkları hem de dünya kamuoyunun önüne kadınlarla çıkmak önemliydi. 20. Yüzyılın başında o dönemde kadınlara batının vermediği hakları vermek, onları karar mekanizmalarında bulundurmak çok önemliydi Cumhuriyetin yaptığı ilk icraatlardan birisiydi.
Dünyada feminist dalga 1800’lerin ortalarında başlamış kadınlar haklarını sanayi toplumumun acımasız ellerinden almaya çalışırken Osmanlı kadını da eğitim hakkını almak için uğraşıyordu. Cumhuriyet onlara bu hakkını verdi ve dünyaya göstermek istedi. Böylelikle dünyada mesleklerinde ilk olan kadınları Cumhuriyet tarihi yetiştirmiştir.
Kadın haklarını Cumhuriyet tarihi taçlandırmıştır diyebilir miyiz…
Diyebiliriz. Aslında bu topraklarda kadınların hakları Dede Korkut’a kadar gider. Dede Korkut elimizdeki yazılı en eski Türk kültür belgesidir. Orada kadının ne kadar özgür olduğunu görebiliyoruz, mesela eş seçmede özgür olduğunu, erkekle birlikte savaşmada, erkekle birlikte güreş tutmak dahil çeşitli oyunlar oynamada, dolayısıyla toplumda sosyal ve kültürel alanda yan yana görüyoruz. O yüzden de Türk kültürü kadına ayrımcılık yapıp kadını ikinci sınıf gösteren Çin, Japon, batı temelli kültür ya da Arap kültürü temelli bir kültür değildir. Bütün bunlar arasında aslında kadınlar açısından Tibet’te anacıl kültürler, Filipinler sömürge olmadan önceki anacıl kültürler gibi çok kadın odaklı bir kültürdür. Bu kültürel DNA’larımız zaten Osmanlı kadınında feminizmin başladığı anda yakalamasını sağlamıştır. Çok sayıda gazete dergi çıkarmışlar, mücadele etmişler, birçok STK kurmuşlar, vakıflar kurmuşlar, kadınlara dikiş nakış öğretecek kurslar açmışlar. Aynı zamanda bunlar gelir getirici işler olduğu için buradan da bakmak önemlidir. Ve kadınların eğitimi için de mücadele etmişlerdir. Ülke Kurutuluş Savaşı’na girdiğinde de Cumhuriyet’ten önce aile yasasında değişiklik yaptırmayı başarmışlar, tek eşlilik yasasını çıkarmışlardır. Osmanlı’nın son döneminde bunu gerçekleştirmişlerdir. Dolayısıyla böyle bir çok yerde aktif olarak kadının yer aldığını görüyoruz. Ama bir kadın belleği bir kadın tarihi işlenmediği için, kültüre ve tarihe kadınlar açısından bakılmadığından sanki kadınlar yokmuş hep ikinci durumdaymış gibi gösterilmiştir. Çünkü kadın meselelerine hep batı odaklı tercümeyler bakılmıştır.
KADININ TOPLUMDAKİ YERİNDE KIRILMA NOKTASI DİN DEĞİL
1950’DEN SONRAKİ SİYASİ ANLAYIŞTIR
Peki haklar konusunda kırılma noktaları nelerdir ya da nerededir?
Bizim Müslüman olduğumuz için böyle bir gerilik düşünenler var. Oysa peygamberimiz ve İslamiyet, peygamberimizin davranış biçimi kadınlara dönük hadisleri ve yaşamına baktığımız zaman kadınları çok yüceltmesi Arap kültürü için fevkalade bir durumdur. Türkler’in İslamiyeti hızla seçmesinin nedeni de budur. Kadın algısındaki ikincil olmama durumu.. Kırılma noktası burası değildir.
Bu toprakların tarihine baktığımızda Hristiyan kültürü çok egemendir. Dolayısıyla Hristiyan kültürün doğduğu yerdir. Bu arada bir çelişki var mı?
Bir çelişki yoktur. Anadolu öylesine çok peygamber toprağıdır ki, gerçekten şu anda peygamber olarak anılmış ve peygamber olarak ismi geçenlerin mezarları vardır. Anadolu toprağı din ve azizler açısından çok bereketli topraklardır. Birbirinden farklı olmasının sebepleri gelişme süreçleri açısındandır. En erken gelen din kadına daha taassuplu bakan bir kültür ortamındadır ikinci Hristiyanlık ondan daha iyidir, daha sonra İslamiyet son semavi din ve tüm dünyaya seslenen bir dindir. Ve burada da kadın erkeği eşitleyerek bakmaktadır. Onun bu değerler üzerinde olması bizim kültürümüzdeki Şaman kültürden de gelen felsefeyle bir anlamda uyuşuyor. Arap kültürünün etkisinde ve İslamiyet postuna sığınarak ve o kültürün gerici bağnaz, kadın sevmez fikirlerini yalancı hadislerle besleyerek canlı tutmuşlardır. Ama bu İslamiyetin peygamberimizin yaşadığı hayatla ilişkili değildir. Onun hayatı bunu tekzip eder. Bunlar kadın bakış açısı tarafından verilmediği için böyle oluyor.
Kırılma noktası din değilse nedir?
Osmanlı içerisinde de sadece şeriat kanunları değil örfi kanunlar da uygulanmıştır. Bence Türk kültürünün getirdikleriyle dengeyi kurmak içindir. Kadın ezilmiyor muydu? Tabi erkeğe bakarak biraz daha ikincil durumda olabilir ama diğer toplumlara, kültürlere baktığımız zaman öyle değil. Batının Osmanlı fantezisi çok eşlidir ve bizim de kafamıza böyle girmiştir. Oysa bununla ilgili yapılan Allan Duben-Cem Bahar’ın yaptığı İstanbul Haneleri araştırması, daha sonra başka araştırmacılarında Amasya Tekirdağ gibi yerlerde, dolayısıyla İstanbul dışındaki taşrada yapılan araştırmalar bile bize gösteriyor ki, toplumun çok büyük bir yüzdesi tek eşli. Çok eşlilik bugün olduğundan çok daha düşük. Bu durum Batının fantezisini süsleyen bir durum olmasıdır aslında. Elbetteki Anadolu’nun doğusuna gittiğinizde Arap kültürünün etkilerini, Arap, Türk, Ermenilerin bir arada yaşadığı bölgelerde Arap kültürü olmuştur. Ya da komşu olduğunuz ülkelerin etkisi olmuştur. İran’da Zerdüşt Şia bakış açısının etkileri görülmektedir.
AMERİKAN KÜLTÜRÜNDEKİ BEYAZ GÜÇLÜ İRİ YARI ERKEK
1.50 BOYLARINDA SÜSLÜ PÜSLÜ KADINLAR ÖRNEK GÖSTERİLDİ
Ama bizdeki kırılmaya baktığımız zaman Firdevs Gümüşoğlu’nun çok güzel bir doktora tezi vardır ve o da şudur: Okuma kitaplarında 1923 ile 2005 yıllarını araştıran bir tezdir, ilkokul okuma kitaplarının araştırmasında 1923’te “annemiz bize medeniyeti öğretir” diyor, “çocuk anne bana at al” diyor, burada annenin irade beyan ettiğini görüyoruz dolayısıyla para gücü var. Ancak 1950’den sonra “annemiz ne yapar neden sevmeliyiz” sorusuna karşılık, “saçları beyaz yani bize fedakarlık yapar, söküğümüzü diker yemek yapar” olarak değiştirilmiş bir kadın formu görüyoruz. Siyasal anlamda bir etki görüyoruz. Kültürel anlamda da bir etki var. Batıyla (Amerikan kültürü)muhabbetimiz 50’de başlayan bir şeydir.
Amerikan kültürün etkisi, filmlerle, İkinci Dünya Savaşı sırasında filmlerinde uçaklarla bizim gibi ülkelere havadan hizmete devam etmesi görülür. Bunların hiçbiri boşuna değil. Amerikan kültüründe beyaz Hıristiyan erkek modelinin egemen ve güçlü olarak verilmiştir. O zaman ki filmlere bakarsanız, erkekler iri yarı güçlü, kadınlar da yanlarında 1.50 boylarında süslü püslüdür. Kadın o erkeğin koruması gücü altında bulunması gereken, güzel çiçekler gibi değerlendirilir. Bunlar dediğim gibi boşuna değil. Çok ciddi bir etkileşime girilmiştir. Televizyon bunu pekiştirdi, bilgisaylar ve bilişim alt yapısıyla ciddi boyutlara varan kültürel atak halinde oldu. Sizin buna karşı koyacak kendi kurumlarınız Fransa’da , Almanya’da olduğu gibi, STK’larınız, gönüllü kuruluşlarınız yok. Bunlar çok yaygın değil. Devletin de bir fikri yok. “Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” tarzında çok liberal bir tutumunuz var. Oysa ulus devletin yaratıcısı, ulus devletin ta kendileri olan batı ülkeleri ,bırakınız yapsınlara asla izin vermez kendi kültürel sosyal ekonomik formlarını korur ve bu konuda ve en önemli araç olan dili korumak konusunda son derece katıdır. O yüzden de Fransızca herhangi bir hizmet yapan, konuşan, şarkı söyleyen bir tane kitap yazan adamı dünyanın öbür ucunda da olsa gidip Cumhurbaşkanı madalya takar. Ulus devletin üreticisi ve ilkleri olan batılı sömürgeci leri için bu temel bir yaşam tarzı. Bizde ise böyle değil. Çünkü biz ulus devletin alıcısı olduk. Ama ulus devlet olduğunuz anda yeni sistemin yerleşmesi hemen olmuyor. Kültürel sosyal sistemler bir günde kurulmuyor.
Pozitif olarak son yıllarda bir kırılma söz konusu mu?
Evet var. Kadınların mecliste hükümetin ilk döneminde yoğunlukla temsil edilmesi 1950’den sonra 2007’ye kadar çok düşüktü. Yüzde 2’ydi KA-DER’i kurduğumuzda yüzde 4, 2007 seçimlerinde yüzde 10’a varan bir rakamı yakaladı. Bu bir kırılmayı göstermektedir. Türkiye’deki kadın hareketi çok etkili oldu. Öğrenci hareketiyle karışık olarak 70’lerde durduysa da 90’lı yıllarda yeniden hareketlendi. Bu hareketler medeni kanunda değişiklik yaptırabildi. Namus cinayetleri adı altında yasal olarak kabul edilmiyordu, bunun kabul edilmesi önemlidir.
KADIN CİNAYETLERİNDE ÖNCEDEN
“ÜZERİNDEN TRAKTÖR GEÇTİ DERLERDİ”
Son 7 yılda yüzde 1400 artan kadın cinayetlerini neye bağlarsınız?
Suriye’de ve Arap ülkelerinde Kuzey Afrika ülkelerinde günlük kadın ölümleri 50-60 civarında. Bunlar da namus cinayetleri adı altındadır. Bu kültürel havza içerisinde kadın cinayetleri var. Akdeniz havzasında da daha önce Yunanistan, İtalya’nın Güney ucu Sicilya gibi ya da İspanya’da namus cinayetleri diye bir kavram vardı ve namus cinayetleri işleniyordu. Hala da var ama Arap ülkelerindeki sayılarda değil. Kadın ölümlerindeki çok yeni bilinmeyen bir durum değil. Türkiye’deki kadın ölümleri de daha önce Güneydoğu’da oluyordu. Ben 5 yıl bölgede köy köy dolayarak çalıştım. Kadın ve kızlarıyla görüştüm. Bu cinayetler görülmezdi, çünkü bir kızı ya da kadını öldürmek istediklerinde “üzerinden traktör geçti” “kendiliğinden kireç kuyusuna düştü”, “kendini astı” gibi başka isimler altında görünmez kılınarak yok edilen cinayetler vardı. Bu konuda toplumun hassasiyet kazanması devletin yaptırım uygulaması sayıyor olması, medyada yer alması iletişimdeki artma, bunlar görünür hale geldi ve bunları sahiplenen kurumlar oldu. Bunların görünürlüğü arttı.
Ancak bunu sadece Güneydoğu olarak ele almak eksik kalır gibi geliyor. Büyükşehirlerde de bunu görüyoruz…
Göçle çok alakalıdır. Kendi çocukluğumuzdaki şehirle şimdiki şehir yapısı arasında fark var. Bizim zamanımızda kadın dövmek bile olmazdı. Duymazdık zaten. Döven birisi de dışlanırdı. Göç çok etkilidir. Büyükşehirler 80’den sonra devasa bir göç dalgası yedi. İzmir, İstanbul, Adana, Mersin, Antalya çok büyük göçler aldı. 90’da bir dalga daha geldi. Tabi bu iki dev dalga için bir karşılama töreni yoktu. Ne devlet ne belediyelerin hazırlığı yoktu. Bu insanlara ne kentli olmanın şartları öğretilmiş, ne kadın erkek ilişkisi ile bir fikri var, ne aile yaşamıyla çocuk nasıl yetiştirilir bilmiyordu. Başıboş bir göçün sonuçlarında insanlar yaşadıkları travmaları birbirlerini öldürerek, kimliklerini kaybeterek. Kimliğini kaybettiğin zaman kökünü kaybediyorsun, köksüzleşince, bir yere aidiyetin kalmaz bir yere aidiyetin yoksa vicdan kalmaz ve şiddette bu şekilde artar.
Burada en büyük zararı kadınlar görüyor…
Kadınlar bu gibi durumlarda, göç, savaş, ekonomik kırılmalarda daha fazla ezilendir arada ezilendir. Çünkü erkek nüfus hem herşeyin acısını ondan çıkartır hem de kadın aileyi çocuğu ayakta tutmak zorunda olduğundan ve bu değişime çok ciddi etkilenen taraf olduğundan ona yol gösteren olmazsa elbette o da kaybolup gidiyor.
ERKEK KENDİSİNDEN ÜSTÜN OLMASINI KABUL ETMİYOR
Kadınlar belli bir bilince erişince haklarını da arıyorlar. Kadın sorunları ile kadın haklarını bir arada düşünebilir miyiz? Kadın haklarını burada nereye koyarsınız?
Bir taraftan haklarını öğrenen kadın bunu talep ediyor ve bununla ilgili de bir mücadeleye giriyor. Ya da siz eğitiyorsunuz mesela güneydoğu’daki kadına pek çok STK eğitiyor, aradaki bilgi farkı kadının ezilmesine neden oluyor. Ve erkek bunu kabul etmiyor kendisinden üstün olmasını ya da bilgisinin fazla olmasını istemiyor. Ama bir de ikinci boyutu var. Genç kızlar kadınlar televizyon izliyor ve orada başka hayatları görüyor. Bunu ben 5 yıl boyunca Güneydoğu’da kalınca gördüm. Ve orada gördüğü ve gerçek dışı olan hayatların normal olduğunu batıda herkes in saraylarda çok güzel yerlerde yaşadığını zannediyor. Ve gördüğü hayatı yaşamak için evden kaçıyor, çocuklarını ve kocasını bırakıyor. Hayali bir hayatın peşine düşüyor. Hayatla ilgili hiçbir deneyimi olmadığı için televizyondakini gerçek zannediyor.
Sorumluluk kimde?
Birincisi devlet sorumludur. Cinsiyet ayrımcılığına karşı devletin içinde de birçok sorunla karşılaşıyoruz. Mesela polise gittiğimizde cinsiyet ayrımcılığını buluyorsam, herhangi bir kuruma gittiğimde de cinsiyet ayrımcılığını görüyorsam sorun vardır. Devletin bir ulusal politika uygulaması gerekiyor ve ülke genelinde proje yapması gerekiyor. Ve bunu bütün toplumda öğrenebileceği şekilde kendi kurumlarından başlayarak cinsiyet ayrımcılığına karşı bir hedef belirleyerek ulusal çalışma yapılmalı. Çünkü tek tek bir kurumla, bir grup insanla olmaz topekün bir çalışma gerekiyor. Diğer tarafında erkekler sorumludur. Şiddeti uygulamayan erkek şiddeti uygulayan erkekten daha az suçlu değil. Sahip çıkmalı, seyirci kalmayıp vatandaşlık kavramını bilmesi gerekiyor. Toplumda vatandaş olma bilinciyle ilgili bir sorun var. Vatandaş olma bilinci nedir? Yan komşumda bir şiddet varsa ve ben vatnadaş olma bilincindeysem hiçbirşey yapmadan yatıp uyuyamam. Bunu herkes aynı şekilde yaparsa sorunlar azalacaktır. Erkekler böyle bir iktidarı bırakmak istemiyor. Birgün ona da lazım olabilir diyor. Bu bir iktidar meselesidir.
AYDIN KADIN DİĞER KADINLARI SEVEN KADINDIR
Kadınlar çok masum mu?
Devlet dediğimiz zaman iktidardır, iktidarı da daha çok erkekler paylaştığı için iktidar erkektir. İktidar ve erkekler birinci suçludur. Burada kadınların gördüğü şiddetin altında da, kadınların doğurduğu çocukların altında da kadınların şiddeti var. Mesela çocukların dayak yemesi annenin elinden oluyor. Medyada gördük üvey annenin öldürdüğü çocuk haberleriyle sarsıldık. Bu bildiğimiz ,bilmediğimiz ağır şiddete uğrayan çocuk sayısı çok fazla. Kadın kendini bulamamanın, kendini var edemenin, kendine toplumda yer edinmiş görememenin sebebiyle, bunun hıncını çocuktan diğer kadından, iktidarı ele geçirdiğinde yaşlandığında kendisine yapılanları diğer kadınlara uygulayarak alıyor. Ya da siyasette kadın dayanışması yapmak yerine kadınların ayaklarına çelme takarak tek kadın ben olayım diye erkeklerden daha yoğun olarak kadınları dışarıda bırakan anlayış var. Çünkü kadın dayanışmasını bilmiyor, kendini erkeklere beğendirmek öğretilmiş onlara. Aydın kadın diğer kadınları seven kadındır ve başka hiçbir tarifi yoktur.
KIZ ÇOCUKLARINI SAKSI ÇİÇEĞİ GİBİ YETİŞTİRİYORUZ
Türkiye’de belli bir kadın tipi var mıdır? Türk kadını tarifi var mıdır?
Tek bir tip yoktur. Kentli kadın ile kırsal kesimdeki kadın farklı. Çalışan kadınla evde oturan kadın farklı. Türkiye’de evde oturan kadın sayısı yüzde 80 gibi çok büyük bir rakamdadır. İstihdama, ekonomiye katılım açısından bu oran çok yüksektir. Biz kadını devamlı okutmaya çalışıyoruz, daha sonra diplomayı alan kadını da eve tıkmak çok normal geliyor. Çocuğu çok iyi eğitilsin diye. Bu kadar büyük bir kaynak israfı tabi batı ülkelerinde yok ve buna da izin vermezler. Bu çok büyük bir kaynak israfıdır hem insan israfı hem de maddi israfdır.Bazen kadınlar da bunu tercih ediyor. Dışarıda hayat çok zor, erkeklerin erkeklerle mücadelesi bile vahşi yasalar çerçevesinde dönüyor, erkekler kadınların gözünü korkutuyorlar. Ve kız çcuklarını ve küçük yaştan itibaren dışarıya salmak gerekiyor. Biraz hayata hazırlayarak yetiştirmek gerekiyor. En basiti okula gidip gelirken otobüs kullanması önemlidir. Buna bile izin verilmeden tamamen saksıda yetişen çiçek gibi yetiştiriyorlar.
Gideceği her yere annenin babanın arabasıyla servis edilen bir yaşamı oluyor. Sokağa adımın atmayan, dışarıyla ilişkisi olmayan bir kız çocuğu yetiştiriliyor. Böyle bir kız 20 yaşında nasıl hayatın içerisine girecek ve mücadele edecek. Bunlar öğretilmiyor. Babam biz 3 kız çocuğuna hep şunu söylerdi: “İncir olup ezileceğinize ceviz olup takırdayın.” Aileler çok korumacılar. Bunun sonuçları da iyi olmayacaktır. Hiçbir kişiliğiniz olmadan siz bir erkekle evlendiğinizde onun emri altına girersiniz. Kişiliğiniz tamam elinizde de diplomanız var zengin bir adam diye evlendiniz. Zenginlik, güç , para iktidardır ve bunu hiç kimse sizinle paylaşmaz. Siz emir eri olmak zorundasınız. Perdenin arkasında bir hiyerarşi vardır. O hiyerarşiyi istemiyorsanız, kimliğinizle, kişiliğinizle, bilginizle var olacaksınız söke söke almış olacaksınız, sizin yanınızda bununla büyümüş bir erkek olabilir, ya da sizi bu varlığınızla cadılığınızla kabul edecek kişilikli bir erkek olabilir. Bunun dışında zaten evlenme şansınız bile yok.
Siyasiler bu anlamda kadın hakları ve sorunları konusunda yeterli midir?
Siyasi liderler kadın siyasetçi istemiyorlar. Hiçbir parti birinci sıraya kadın aday koymuyor, bu da rüya gibi bir durumdur. Alt sıralarda bir yerlere koyuyor. Tabi erkeklerde bir de para var kadınların çok parası yok. Doğal olarak parti liderleri de para ve güç için erkekleri tercih ediyor. Kadınlar da kadın seçmen olarak örgütlenmiyor bu konuda partilere ders verecek bilinçte değiller. Oysa kadın seçmenin gücü çok yüksek. Kadınları seçmediğiniz için hiçbirinize oy vermiyoruz desek ülke siyasi partilerini tehlikeye sokabilir. Bir partiyi hedef alabilir. Seçmenin gücü diye bir şey var. Bir de sadece parti liderlerine değil parti liderleri tarafından seçilmiş ve meclise girmiş kadınların büyük çoğunluğunun kadın meseleleriyle uzak yakın ilgisi olmamasıdır. Kadın meselelerine soğuk bakmaları, kadınların hayatlarını rahatlatacak kolaylaştıracak her alanda çalışma ve yasalarla ilgilenmemeleri. Erkeklerle yarışıyoruz. Kadın olursam erkeklerden aşağı olacağım diye düşündüklerini zannediyorum. Zaten seçilmişim seninle aynı iktidarı paylaşıyorum aynı iktidarın sahibiyim, iktidar sahibi olmayan kadınlar diye bakıyorlar. Burada buna dikkat çekmek isterim.
Meclis’te başörtüsü konusunda ne düşünürsünüz?
Bana geldiklerinde ben hep şöyle düşündüm. Başörtüsü nedeniyle ve bunu bir ideolojik takıntı olarak sürekli sunarak hayatımızı yok etmek ne kadar doğrudur . Bir de başörtüsü özgürlüğü diye tek başına bir özgürlükle bana gelirseniz aynı yerde duramam dedim. Benim için özgürlük bir bütündür. Ve düşüncçe özgürlüğünün olmadığı bir yerde başörtüsü özgürlüğünün olması anlamlı bulmuyorum. Bana çok ideolojik geliyor. İdeolojik olarak direnmek yerine geniş düşünmek gerekiyor. Zaten toplumun kendi içerisinde bir sorun yok. Günlük yaşamda bir sorun yok. Burada devlet kurumlarında sorun oluyor. O zamanda batıdaki ulus devlet modellerine bakmalarını öneriyorum. Örtünme tarihin her çağında vardı. Ama inatlaşma örtünme hakların alınması bunu siyasetçiler kullanırken bunu çok karmaşık hale getirdiler, yine kadın eziliyor. Hassas bir çok nokta karmaşıklaştırılıp politize edildiği için çözüm bulmakta zorlanıyoruz. Bütün özgürlüklerin içerisinde değerlendirilse bu çok daha kolay olur.