Kadın Giderse
Erkeğin heyulasında hapis olarak gördüğü duvarlar onun kalesiydi. Kalenin efendisi de, kölesi de kendisiydi.
Evden çıktı kadın. Kadın olmak evde
olmakla eşdeğerdi ya neyse, çıktı. Tutsaklığından kaçtı, firar neye yarardı. Kadın tutsaklığına meftun yaratılmış bir varlıktı. Mücevherdi. Kirin-tozun işin-gücün arasında ışığı fark edilmezdi. Eline sağlıktı, elleri dert görmesindi, çünkü kadını anlamlı kılan elleriydi. Elinin emeği gözünün nurundan beriydi. Kodlarında anaçlık, yuva ve ne tuhaftır ki dört duvarın ona verdiği bir güven vardı. Yusuf Peygamber gibi kötülüğe bulaşmamak için kendi talebiyle atıldığı zindanıydı. Duasıydı, onuruydu, gururuydu evi.
İstediği ilgi saçma ve gereksizdi. Eve ekmek getirme telaşındaki erkek için iş her şeyden önemliydi. Toprağını koruyan er gibi sahip çıkardı işine. Eşine ilgi mi? İşi ne! Sabah sekiz akşam sekiz mesai sarmalında aşındırdığı aşevi kapısının yanında, günde bir kuple dahi eşinin gölünü tıklaması anlamsızdı. Erkek gururdu. Sevgi gurusuzluk. Aslını inkâr eden erkek fıtratındaki ilgi gösterme saikini başka kadınlara yöneltti. Kadın ilgi istedi. Gereksiz, yersiz, anlamsız bir istekti onunki.
Erkeğin heyulasında hapis olarak gördüğü duvarlar onun kalesiydi. Kalenin efendisi de, kölesi de kendisiydi. İstediği bir an sultanlar gibi süslenir, civar kale tekfurlarının zevcelerini evine buyur eder, onlara ikramlar sunar, salınır, beyinin ve beyzadesinin arkalarından atıp tutardı.
Mantık aynıydı. Çay saatleri rehabilitasyon törenlerinde kadın bazen kurtlarını, genellikle içinde kopan fırtınayı sayıp döker, rahatlardı. Akşam eşi geldiğinde sabahki patlamanın verdiği rahatlamayla kedi gibi olan kadın, eşine gayet müşfik, cana yakın ve anlayışlı davranırdı. Eşine olan tüm kinini ikindi namazını müteakiben konu komşunun üzerine akıtmıştı. Zehrini kusmanın rahatlığıyla sanki sabah söylendiği adam bu adam değilmiş gibi, ‘hayatım’lı, ‘canım’lı tümceler kurardı. Hz. Ali’nin dediği gibi: Dert yanmak sabretmekten daha çok yorardı.
Kimi zaman ve genelde köle formunda üst baş kalk gidiyorum formatında çamaşır-bulaşık-ütü-kir-pas-toz lokomotifini yürütme gayretinde kondöktör edasıyla aynı ritüelin sıkıcılığından mütevellit bir rehavet yüzünde, akşam oflamaları, eşinden pohpohlama talebi girdabında döne döne günleri devirir, yılların çetelesini yüzünde biriktirirdi. Çetelesine her baktığında, pazarda limona elli kuruş vermeye yüksünürken kırışıklıkları gitsin diye, 50 gramlık kremlere 50 lira bayılma manik fazına girerdi. Bazen de mutfak edevatlarına yenilerini ekleyerek ev hanımlığında çığır açtığı hissiyatına kapılırdı. Saklama kaplarında umutlarını maydanozların arasına sıkıştırır, havasını alır o maydanozlar solmadıkça kendini diri ve taze hissederdi.
Kadın evden çıktı. Kapıyı kilitledi. Nedensiz yere bir vapura bindi. Karşıya geçmek için bir nedeni yoktu oysa. Yok yere Avrupa’dan Asya’ya geçecekti. Bir kıta değiştirmek her gün işine yetişme gayretindekiler için ne denli sıradansa o gün o kadın başka bir kıtaya geçerek hayatında çok şeyi değiştirdi. Nedensiz yere vapura bindi. Vapurun yamacında bir yere ilişti. Koşar adım vapura kendini atan insan yığınını izledi. Sonra sahile çevirdi bakışlarını. Banklarda oturmuş elindeki ekmek arası bir hapisten ibaret hayatının her lokmasını çiğnerken kendi kendini yiyen, diğer elindeki meyve suyuna benzer posası alınmış konsantre yaşamıyla dalgaların kıyıya attığı tokatları dalgın hülyalarına katık eden kendisi gibi dertli insanları izledi.
Kadın “iyi ki” dedi. İyi ki yok yere binmişim bu gemiye. Dışarıdan hayata bakabilmek için yok yere bulunmak gerekiyormuş o yerde. Evinin salonuna bile nedensiz yönelse insan, burası ne, ben kimim, neredeyim ve nedir benim derdim sorularını bulmaz mı şifonyerin üzerinde. Şu an birden ayağa kalksak ve banyoya gitsek, elimiz temiz, gözümüz çapaksız ve makineye atılacak kirli bir tek çamaşır bile yokken üstelik o an ne düşünürüz? O banyo bizim hayat serüvenimizi temsil etmez mi? Her günün alışkanlığı araya kaynak yapıp sırasız dikildiğinde karşımıza anlamsızlığını ele vermez mi? Banyoda ne işim var benim, bu evde, bu şehirde ve bu evrende! Derdim nedir benim? Hedefim ne, gayem ne? Gerçekten bu evde mi durmalıyım, bu işte ve bu eşle…
Kadın o gün soru sordu? Ben bulunduğum bu noktayı seviyor muyum? Mecbur muyum? Sevmemeli miyim yoksa? Kadın yanıt aradı. Dogmalarına şöyle afili bir tokat attı. Sendeledi, kendine geldi. Hacıyatmaz fütursuzluğunda her yenilgiye rağmen yenilgiyi yok sayarak eski haline dönen hayat tekerrürü kanıyla ve canıyla karşısına dikildi. Kadın baktı. Baktı. Aynaya bakmayı da sevmezdi, hiçbir hayati tehlike olmadığı halde film şeridi gibi gözünün önünden geçen benliğine donuk bakışlarını gönderdi. Korktu.
Düşünmek akabinde karar vermeyi zorunlu kılardı. Sürekli sitayişleriyle berbat ettiği hayatı karşısında belirdi. Evliliği, çocukları, eşi ve hayatın ona biçtiği tüm vazifeler etten kemikten parçalar şeklinde karşısına dikildi. Kadın hangisine bakacağını, hangi derdi hangisiyle kombinleyeceğini bilemedi. Sıkıntısını anlamışçasına karşısındaki kalabalık birleşiverdi. Kocaman bir canavar gibi eklenen her bir parçayla büyüdü ve büyüdü. Başı tavanı, kolları duvarları deldi geçti. Kadın ürktü. Her biriyle tek tek uğraşamazken bu birliktelik de neydi? Mantosunu, çantasını aldı, kapıyı çekti ve çıktı.