Kaçın Gidin İstanbul’dan… – II
Mehmet BALLI
İSTANBUL GÜNLÜĞÜ
İstanbul’a ilk geldiğimizdeki İstanbul özlemi, saygınlığı, aşkı, heyecanı, mutluluğu yok ki artık içimizde..
Ne bir biri ardına tamir edilmeye çalışılan tahrip ettiğimiz tarihi konaklar düzeltiyor bozulan moralimizi, ne Ramazanda kurulan dev çadırlar, her bölgede açılan aş evler doyuruyor fakirlerimizi.. Ne yeni konan son model otobüsler zamanında ulaştırıyor işimize, ne son sistem kurulan hastane laboratuarları çare buluyor sızıntımıza.. İstanbul Belediyesinin park ve caddelere diktiği lale, gül ve çiçekler bile gülümsetmiyor bizi.Biz nasıl geldik bu hale.. Bilen varsa anlatsın. Herkes her şeyi bilir ama kimse bir şey söylemez aslında..
Taşı toprağı altın demişlerdi ya zamanında. Hakikaten altından da öte bir değer aldı, yer kalmadı İstanbul’da, ucu bacağı belli değil… Yine İstanbul’un, Havasına, Karısına, Suyuna, Parasına güven olmaz derlerdi ya.. bu sözde anlamının ötesine taşmadı mı…
Küresel felaketin devreye girmesiyle ne yağan karın güzelli kaldı nede yağmurun bereketi.. İstanbul öyle sırlı bir şehir ki, aslında isteyen istediği yerde istediği kadar, para kazanır oldu. Kazanırda var mı bereketini gören, geldiği gibide gitmiyormu....
Kapkaçını, hırsızını, arsızını anlatmaya gerek yok zaten büyük şehirlerin her döneminde var olan baş belasıdır da ben son zamanlarda İstanbul yaşam tarzına yerleşen yoz bir takım kültürlerimizden bahsetmek istiyorum.
Düğün salonları sokaklara taştı ama ne taşış. Sokak ortasına kurulan devasa hoparlör sistemiyle yayılan müziğin çığırtkanlığının acaba mahallede kimin hastası var, yarın sınavı var, kim yorgun argın aldırış etmeden gecenin yarımına kadar sürmesi .. Dolmuşlar, Otobüsler tıklım tıklım. Kimse rica etmeyince kucağındaki çocuklu bayana yer vermiyor. Başında dikilin yaşlı yada bayanla yer vermemek için yüzü öbür tarafa çevirerek uyuma numarası yapan genç insana sorsanız sebebini, vereceği cevap belli, bende yorgunum ayakta duracak halim yok...
Alt-üst geçit, sokak-cadde, Hastane-Postane-Cami tıklım tıklım, insan seli akıyor, yürümekte nefes almakta zorlanıyorsunuz. Yabancı ülkedesiniz gibi kimse yanındakini tanımıyor, selam vermiyor. Bencillik has safhada yanlışlıkla ayağına bassınız bırakın özür dilemeyi yüzünüze bile bakmaz, uyarsanız ya gırtlağınız sıkacak gibi bakar yada ‘sen benim kim olduğumu biliyor musun’ gibi bir tehdit savurur..
Görgüsüzlük diz boyu. Teknolojinin tüm imkanlarından kendimiz faydalanırken başkalarına nasıl zarara verdiğimizin farkında bile değiliz. Çağımızın en önemli icatlarından olan hayatımızın da bir parçası haline gelen cep telefonlarıyla Hastanede-Otobüs gibi hemde konuşmak yasaktır ibaresi yazılı uyarıcı asılı şeye baka baka rahatsız edici derecede yüksek sesle ve dakikalarca konuşmak..
Ya da Maneviyatımızın doruğa ulaştığı camide, tam farz namazında çiftetelli oyun havalarında çalan çeptelefonunu kapamayan yaşını başını almış amcalara ne demeli. Semt pazarına gidiyorsunuz sebze tezgâhından domates alacaksınız, en önde seçilmiş güzel domatesler dizilmiş. Rica ediyorsunuz bir kilo domates verir misiniz ama ezik olmasın mümkünse şu ön taraftan diye. Satıcı bırakın önden vermeyi, arkaya yığdığı ezik çürük ne varsa doldurur gözünüzün içine baka baka poşete.. Bir başka esnaftan bir kilo peynir rica edersiniz ya cüzdanınızı evde unutmuşunuzdur, yada cüzi bir miktar paranız çıkışmamıştır yarın ödeyebilir miyim diye rica edersiniz ama size verilen cevap ‘kusura bakmayın veremem’ dir. Onlarında haklılık payı var ki onları bu hale yine bizler getirmedik mi !..?
İstesekte istemesekte bu çileyi çekmek zorundayız. Çünkü buradan doyuyoruz mecburuz diyenlere lafımız yok da, yarım asrı devirmiş İstanbullulara seslenmek istiyorum. Emeklisi dolanlar, Çocuklarını everip tek başına kalanlar daha ne bekliyorsunuz. Kaçın gidin buralardan .. Bol bol ağız tadında yiyebilmek, kana kana billur gibi kaynağından su içmek için dönün memleketinize.. Korkusuz, endişesiz doya doya yaşayabileceğiniz bir hayata yeniden kucak açın. Zaten istediğinizde bu değil mi?.... Bırakın çoluğu çocuğu merak etmeyi. Bir çift çarıkla geldiğiniz İstanbul’da siz nasıl ayakta durmasını becerdinizse, evi arabası olan çocuklarınız sizden daha iyi tutunurlar, yada öğretir İstanbul onlara ….
Makalemin başında anlattığım Erzincanlı Hasan Ustanın dükkanının bugünkü halini mi soruyorsunuz.. Evet bende merak ettim gittim ve baktım ki o dükkan yerinde yerler esiyor. Hasan Usta alışamadığı koca şehirden kaçıp gitmiş memleketine.. Çocuklarda çevirmişler buram buram her köşesi Anadolu kokan dükkânı 5 katlı Amerikan fast food işletmesine…
Hocam harika yazmışsında ah bir kopabilsek İstanbuldan..
Ekim 31st, 2008 at 09:05