Son zamanlarda Arap ülkelerinde yaşanan gelişmeler, bir devrin kapandığının çok açık habercisi. Hz Ebubekir (r.a.), tarihte halkı tarafından seçilen ilk devlet adamı. Ardından Hz. Ömer, Hz.Osman ve Hz. Ali’nin seçimi…
Muaviye’nin iktidarı ile yöneticilerin seçilmesi usulü terk edilip, hanedanlık sistemine geçilir. Sonrası malum…
Osmanlı’nın parçalanması ile halklar, her türlü zulme itaate mahkûm edilmiş, ne zaman özgürleşmek istese karşısında namluları bulmuştu. Sözde bağımsızdılar, hatta ülkelerinde güya seçimler yapılıyordu. Onun bu halde yaşaması birilerinin çıkarı için şarttı. Aksi halde kurulu dünya düzen sorun yaşar ve modern sömürge düzeni yara alabilirdi.
Bu sömürge düzenin planlayıcılarının başında gelen ve görünüşte bir think tank/düşünce kuruluşu, ancak gerçekte ise bir yer altı örgütü olan ‘Council on Foreing Relations/Dış İlişkiler Konseyi (CFR), onlar için gerekli planlamaları yapıyor ve hiçbir fedakârlıktan(!) kaçınmayarak, gereken adımları atıyordu. Onlara ise tek bir görev kalıyordu: “İtaatkâr vatandaş olmak!”
CFR özelinde egemenlerin en büyük korkusuysa, itaatkârlıktan vazgeçip, kendi yönetimlerini belirlemeye kalkışmasıydı. Korkunun ecele faydası olmadı ve korkulan başa geldi.
Bir Siyonist teşkilatı olarak 1921’de kurulan ve “ABD’nin derin devleti” olarak bilinen CFR’ın kuruluşunda, kurucu finansörlerden Paul Warburg’un “Bir dünya hükümetine mutlaka sahip olacağız. Tek sorun bunun savaş yoluyla mı, yoksa anlaşma yoluyla mı olacağıdır!” cümlesi ve sonrasında devlet adamlarının katliamına kadar giden süreçler ve daha da önemlisi bugüne kadar diktatörlere verilen sonsuz kredi, itiraf etmeliyim ki; özellikle Tunus rejiminin ciddi bir şekilde haberlere bile konu olmaksızın yıkılıvermesi, -birçok kişi gibi- bendenizi de, gelişmelerin batının bir tezgâhı olduğu kanaatine itmişti.
Cezayir’in yanı sıra, Mısır ve Tunus gibi ülkelerde özellikle de son yıllarda rejimlere karşı halk hareketlerinin yaşandığını biliyoruz. Bugüne değin rejimler, her defasında tüm bu süreçleri hep çok kanlı bir şekilde bastırmıştı.
Ne yazık ki, Türkiye medyasının gözünü batıya, sırtını da İslam ülkelerine vermiş olması, buralardaki gelişmelerin görülmesini hep engelleye geldi. Bizimkiler, batı medyası gör(e)mediği müddetçe maalesef görmedi, görmek istemedi. Görmek istese de, özellikle hâkim medya anlayacak birikimden uzaktı. Bugünde yeterince gör(ül)düğü söylenemez.
Batının kontrol edemediği/edemeyeceği bir rejim yerine, ne pahasına olursa olsun diktatörlere kredi tanımaya devam edeceğini söylemek gereksiz. Batının Tunus ve Mısır’daki tavrı da hiç şaşırtıcı değildi. Çünkü korktuğu başına gelmiş, “itaatkâr vatandaş/halk”, korkuyu tümüyle yenmiş ve sokağa çıkmayı başarmıştı. Batı, motive olmuş halk kitlelerini durdurmanın imkânsızlığını görmüş ve gelişmeleri kendi lehine çevirmekten için çareler aramaya koyuldu.
Ordular yakın tarihe kadar Türkiye’de olduğu gibi, Ortadoğu’da da anahtar role sahiptiler.
Ancak buz kez ordu, önce Tunus’ta, sonra da Mısır’da namluyu halka çevirmeyerek, akıllıca bir adım attı. Orduların bu davranışı, halkı, rejimlerden daha iyi okuduğunun açık bir işareti. Bu okumanın, birkaç yıldır Türkiye ordusu içinde -önemli ölçüde- geçerli olduğu aşikâr. Türkiye’nin Ortadoğu için rol model olduğu fikri doğru ise, bu sadece halk için değil, aynı zaman da ordular içinde geçerli olmalı. İktidarın son dönemlerdeki reformist adımlarına karşı, Türk Ordusu’nun kısmen sessiz, kısmen de destek vermesinin Ortadoğu’daki devrimlerde payının olduğu yadsınmamalı.
Türkiye, Mısır, Tunus, Suriye, Yemen, Pakistan, Cezayir gibi çok sayıda totaliter veya otoriter rejimlerde ordular, gerçekte rejimler için anahtar rolü üstlenmişlerdi. Resmi temsilleri krallar, cumhurbaşkanları veya başbakanlar yapsa da, “gerçek iktidar” hep onlarda yani ordularda olageldi. Daha açık bir ifadeyle, siyasi sistemler demokratikmiş gibi gözükmüş ama aslında ülkeleri, önemli ölçüde kışlalardan subaylar yönetmekteydiler.
Başbakan Erdoğan’ın, bir önceki hükümeti döneminde ‘iktidarda olduğunu ama muktedir olmadığını’ söylediği günleri hatırlatmaya gerek yok sanırım.
Türkiye, ‘27 Nisan Bildirisi’nde -tabiri caizse- askere haddini bildirerek rüştünü ispat etmişti. Bu sivil çıkış, Türkiye tarihinde ilk kez yaşanıyordu ve siyasi irade, askere ‘sen bana bağlı bir memursun işine bak’ demişti. Sonrasında ise asker geri adım atmış ve derin devlet düğümünün çözüm süreci başlamıştı.
Her ne kadar biz, Ortadoğu ülkelerine sırtımızı dönmüş isek de, en azından Ortadoğu halkları bilinenin aksine bize sırt dönmüş değillerdi. Türkiye’deki gelişmeler onların ilgisini çekmiş ve daha yoğun temas kurmaya başlamalarına neden olmuştu.
Rejimleri değiştirmenin tek yolu, elbette sadece askeri darbeler ve savaş değil. Halk hareketleri bunun en iyi ve en sağlıklı alternatifi. Her iki kişiden birinin oy verdiği iktidarca yönetilen Türkiye’nin son yıllarda siyasi yapısının önemli ölçüde değişmesi, bir model olarak algılanmasına neden oldu. Bu model, rejim değişikliği için bir başka yöntemdi. Tunus ve Mısır’da yaşananlar, bunalan halkların üzerine çöken korku karabulutunun ilahi güç tarafından kaldırılmış olmasıyla doğrudan ilişkili. Halkların ilahi bir destekle korkudan sıyrılmasıyla; hem rejimlerin sonunu gelmiş, hem de batının en büyük korkusunun tecellisine neden olmuştur.
Geçmiş yazılarımda da ifade ettiğim gibi, halkların korkularını yenerek kendi başlarına hareket etmeleri ihtimali benim için hiçbir zaman alternatif dışı değildi. Ancak batının kirli tezgâhlarından birinin var olma ihtimalini öncelemiş olmak gibi bir hataya düştüğümün farkındayım. Özellikle Libya’da hiç de beklenmeyen isyan, yanılgımızın en büyük ispatı. Gerçi, Libya’nın son yüzyılı, kahramanlıklarla doluydu ve motivasyonları için büyük şehid Ömer Muhtar’ın ruhaniyeti yeterliydi.
Ortadoğu’da yaşanan halk hareketlerinin kaynağı, her ne kadar İslamcı bir gelişim değil gibi gözükse de, bu doğru değil. Çok ilginçtir ki; 1990’lı yıllarda Cezayir’de sandıktan tek başına iktidar olarak İslamî Selamet Cephesi FİS’in çıkması, Cezayir’in yanı sıra Mısır’ı da çok korkutmuş ve İhvan-ı Müslim’in ile yönetim arasında düşük yoğunluklu bir savaşın çıkmasına neden olmuştu. Bu süreç sonrasında, İhvan dışında başka gruplarda isyan bayrağı açmıştı.
Aynı yıllarda, Türkiye’nin MNP ve MSP’den sonraki üçüncü İslamcı partisi Refah, sandıktan birinci çıkmış ve askerlerin de aralarında olduğu bazı güçlerin devreye girmesi ile iktidardan uzak tutulmaya çalışılmıştı. Sonra da 11 aylık zor bir iktidar ve post modern darbe…
Aradan çok zaman geçmedi. Türkiye’de büyük değişim yaşandı ve bu değişim Ortadoğu için de bir ilham kaynağı oldu. Artık görülmüştür ki kışlalar da, halka rağmen artık ‘gizli iktidar’ olmanın zorluğunu iyi okumuşlardır. Bu süreçte Libya halkının tek şanssızlığı ise bir orduya sahip olmaması ve ipini koparmış deli dana gibi biri tarafından yönetiliyor olmasıdır. İhtiyar bunak Kaddafi’nin göremediği gerçek şu ki; halkı, kendisini kurban etmeye karar vermiştir. Kurbanlık dana gibi nereye kaçarsa kaçsın ya da ne kadar zayiat verirse versin artık halk, kendisini kovalayıp devirecek bir motivasyon ve enerjiye sahip.
Korkuyu yenen halkların önünde nükleer güçler bile duramaz. Diktatörler ve küresel güçler isteseler de istemeseler de, yeni bir devir başladı. Bu devir, İslam’ın ve Müslümanların devri. Sağır sultana da haber verin ki “itaatkâr vatandaş devri kapandı!”