İslam’sız ve Türk’süz Anayasa (I)
Ekim ayında TBMM’nin yeni dönem çalışmalarına başlaması ile birlikte yeni “anayasa” tartışmaları da başlamış oldu. Başta iktidar partisi (AKP) olmak üzere bazı siyasi çevreler ve toplumun bir kesimi, yeni bir anayasa yapma işini toplumun karşı karşıya olduğu temel sorunları çözüme kavuşturacak bir formül gibi takdim etmeye başladılar. Elbette idari mevzuat bakımından anayasanın hiyerarşik yeri düşünüldüğünde önemli olduğunu teslim etmek gerekir. Üstelik 1876 Kanun-i Esasi’sinden başlayarak şimdiye kadar yapılmış olan Anayasalarında önemli bir kısmı toplumun rağmına, onun beklentileri önemsenmeyerek yapılmış oldukları dikkate alındığında, yeni anayasanın bu yönüyle de heyecan verici olduğu açıktır. Ancak giderek kangren halini alan sorunların hangisini yeni anayasa çözebilecektir? Yeni anayasanın temel sorunları çözmek iddiası ile kapsayacağı bazı hükümler, görüşler ile birlikte yeni sorunlara da yol açması kuvvetle muhtemeldir.
Yeni anayasa tartışmaları ile birlikte, medya da mevzilenmiş bazı şahısların ortak bir kampanyaya dönüştürdükleri tekrarlarını iki başlık halinde toplamak mümkündür: Birincisi İslamsız bir anayasa, ikincisi de Türksüz bir anayasa isteğidir.
Başbakan Erdoğan’ın yurt içinde laiklik vurguları çoğu kere siyasi dengelerle izah edilirdi. Türkiye’nin siyasi yapısının şartlarının böyle bir vurguyu gerekli kıldığı açıklanırdı. Ancak başbakanın kuzey Afrika ülkelerine (Mısır-Tunus-Libya) yaptığı ziyarette, hem de ziyaret ettiği halkların laik iktidarları devirdiklerini dikkate almayarak laiklik vurgusu yapması, oralarda laikliği savunması, başbakan’ın Türkiye’deki laiklik açıklamalarının salt siyasi denge ve şartlarla açıklanmasının yeterli olmadığını ortaya koymuştur.
Anayasada laiklik vurgusunun en kuvvetli şekilde yer almasını savunanların iddialarına bakılacak olursa, “laiklik dinler arasında eşitliğe dayalı birini diğerine tercih etmeme ilkesi ile hareket ettiğinden toplum kesimleri ve farklı dinler arasında, eşitliği, adaleti ve toplumsal barışı sağlamış” olacaktır. Oysa Türkiye’de toplumsal barışı ve yapıyı dikkate almayan görüş de işte buradan kaynaklanmaktadır. Türkiye’deki toplumsal yapı, Osmanlı döneminden oldukça farklıdır. Tarihte bilinen olaylardan ve dönüşümlerden sonra Türkiye’de halk “tek dinli” bir yapıya dönüşmüştür. Türkiye’de gayri Müslim olanlar giderek bir istisna düzeyine gelmiştir. Yüz yıl öncesinin Türkiye’si gibi toplum, “çok dinli” bir yapı da değildir. İslam anlayışı uygulaması, algısı, görüşü farklı olmakla birlikte Türkiye’de halkın % 99’u kendisini “Müslüman” bilmektedir. İşte bu % 99’luk kesim ile geri kalan % 1’lik kesim arasında eşitlik sağlama isteği hem adalete hem de dillerden düşmeyen demokrasiye de uygun değildir. Kimse % 1’lik kesimin haklarının yok sayılmasını onlara zorla İslami kuralların uygulanmasını elbette istemez.
Bu % 1’lik kesim zaten uluslar arası antlaşmalarla (Lozan Antlaşması gibi) azınlık haklarına sahip sayılmaktadır. Bu antlaşmalarla azınlık hakları garantiye alınmıştır. 1921 ve 1924 Anayasalarında devlet; “İslam devleti” sayılmıştır. 1928’de devlet “İslam devleti” olmaktan ilgili anayasa maddesinin iptal edilmesiyle, çıkarılmıştır. 1928’ten başlayarak azınlık haklarında bir gerileme olmamıştır. Zorla getirilen anayasaya yerleştirilen laiklik, azınlık hakları için bir sorun teşkil etmezken, % 99’luk büyük çoğunluğun hakları için tehdit olmuştur. Bütün dinlere eşit uygulamalar iddiası ile ve Avrupa’nın sınıflı tarihinin ve sanayi devrimi sonrasının şartlarına bağlı olarak gelişmesini tamamlayan laiklik Avrupa’da çatışan sınıfların arasında barışı sağlarken Türkiye’de % 99’luk çoğunluğa baskı yapmanın, çoğunluğun meşru, makul ve haklı taleplerini sindirmenin, yok etmenin bir gerekçesi yapılmıştır. Laiklik ile Türkiye’de ibadet, eğitim, basın yayın hatta siyasi haklar bile ortadan kalkmıştır. Laiklik nedeniyle binlerce insan ceza almış, okulundan işinden atılabilmiştir. 1925’ten başlayarak yüzlerce siyasi parti kapatılmıştır. Türkiye’de laiklik toplumsal barışın sağlayıcısı değil, toplumsal barışın engelleyicisi olmuştur.
Türkiye’de hakları uluslar arası antlaşmalarla garantiye alınan % 1’lik azınlıktan başka, İslam dışında bir din var mı? Bu soruya olumlu cevap vermek zordur. O halde Türkiye’de laiklikle dinler arasında eşitlik-adalet sağlama iddiası anlamsız ve mesnetsizdir. Üstelik günümüzdeki Türkiye’nin varlığı da o % 1’lik azınlığa rağmen olmuştur. Çünkü bu azınlık Türkiye olmasın diye sömürgeci devletlerle işbirliği yapmışlardı. Onların içerdeki uzantıları olarak akla gelebilecek her işi yapmışlardı. Osmanlının son yüz yılında, Patrikhane’nin Türkiye’ye yapmadığı kötülük kalmamıştır. Bu gün Türkiye varsa Patrikhaneye rağmen vardır. Şimdi bu Patrikhane hangi sıfatla, Müslüman çoğunlukla eşitlik talep edebilecektir. Patrikhanenin temsil ettiği anlayışla diyelim ki Diyanet’in temsil ettiği anlayış arasında eşitlik iddiası % 99’luk çoğunluğa bir haksızlık hatta bir zulüm değil midir?
Günümüz Türkiye’si evet gayri Müslimlere rağmen kurulmuştur. Ancak bu Türkiye’nin kurucu görüşü “İslam” dır. 1920’de Türkiye, Hıristiyanlara karşı mücadele edilerek kurulmuştur. O mücadelenin temel harcı ise elbette tartışmasız bir şekilde İslam olmuştur. Bu gün laiklik deyince, ağzından bal damlayanların öncüleri sayılabilecek kimseler bile 1920’lerde her konuşmalarında İslam vurgusu yapmıştır. 1921 Anayasası (Teşkilat-ı Esasiye kanunu) bu yüzden devleti; “İslam devleti” diye tarif edilerek TBMM İslam kurallarını uygulamakla yükümlü sayılmışken (Mad.2-7). Aynı gerekçeyle 1924 Anayasasında da devlet; “İslam devleti” diye tarif edilmiştir (Mad.2).
Kabul edilmelidir ki bir ülke için kuruluş dönemleri, bağımsızlık elde etmek mücadele yapıldığı dönemler, o mücadelenin başarılmasından sonraki safhaya göre daha zordur. Türkiye eğer 1920’lerde kurulmuş ise, 1920’lerde anayasalarda devletin; “İslam devleti” özelliğine sahip olması toplumsal barışı, dayanışmayı bozmamışken daha sonra niçin o dayanışmayı ve barışı bozucu bir unsur haline gelsin? Bunun inandırıcı bir tarafı yoktur.
Aksine devleti “İslami” vasfından soyutlamak, devletle tolumun arasını bozmak demektir. Kabul edilmelidir ki, yüz yıla yakın bir zamandır, Türkiye’de devletle halkın yönü, yolu farklıdır. Bu farklılığın en önemli nedenlerinden birisi de tartışmasız bir şekilde “laiklik” olmuştur. Devletle halkı yeniden uyumlu, aynı yolun yolcusu yapmanın en önemli şartı devletin yeni anayasa ile birlikte “İslami” vasfına ulaşmasıdır. İddiaların aksine bu devletin yükünü arttırmaz, azaltır. Toplumun devletin kararlarına mesafeli olmasını, kuşkuyla bakmasını ortadan kaldırır. Laiklik adına idari-yasal mevzuatta olan her şeyin atılması, devletin kendi halkına olan yabancılaşmasını ortadan kaldıracaktır. Halk ile devlet bütünleşecek, kaynaşacaktır. Kendi halkıyla aynı amaçları paylaşmış olmak bir devlet için büyük bir imkandır, fırsattır. Kolaylıktır. Türkiye’de zaten iddia edildiğinin aksine çok fazla farklı din de yoktur. İslam dini arasında bilinen mezhep farklılıkları, değişik görüşler ise ancak İslam sınırları içinde olabilecek olan farklılıklardır. İki farklı dinin ki kadar değişik apayrı hususlar değildir.
Devlet dara düştüğünde İslam demiyor mu? Zorda kalan devletlüler, İslam’a olan bağlılıklarını ortaya koyarak halkın teveccühüne, yardımına sığınmıyor mu? Türkiye gibi kuruluşunu, varlığını İslam’a borçlu olan bir ülke, nasıl İslam ile ötekileri aynı düzeyde görebilir? İslam ile ötekiler eşit uzaklıkta olmak bu ülkenin geçmişine, var oluş değerlerine, ilkelerine hakaret değil midir? Siyasi iktidarı elinde tutanların böyle bir şeye hakları yetkileri yoktur. Onlar halktan aldıkları yetkilerini, ancak halkın değerlerine sadakatle halkın sorunlarını çözmekle yükümlüdürler. Halkın değerlerini tehdit olarak görürlerse, halkın dini ile öteki dinler arasında eşit uzaklıkta olmak gibi sakat bir iddia ile hiçbir derde deva olmadığı yüz yıldır bilinen görülen laikliğe sığınarak, yeni anayasa da İslam’ın yer almasının engeller iseler kendilerinden önce iktidar sahiplerinin halkın ve hakkın gazabına uğraması gibi onlarda uğrayacaklardır. Üstelik önceki iktidar sahipleri halka rağmen her köşede demirden/tunçtan bir cüsse ile var olmalarına karşılık, o cüsseleri ile halka ne kadar aykırı ve yabancı olmuş iseler şimdiki iktidar sahipleri de aynı ölçüde halka aykırı ve yabancı olacaktır. Ama öncekiler gibi demir/tunç bir cüssenin de sahibi olamayacaklardır.
Bunun için laiklik takıntılarına zebun olmadan yeni anayasa ile devlete “İslam” özelliğini kazandırmak, Türkiye’yi güçlendirecektir. Türkiye’yi her hangi bir ülke olmaktan çıkaracaktır. Devletin İslam özelliği ile donanması TL’nin değerinden, ihracatın artmasından ve cari açığın kapanmasından daha çok Türkiye’yi güçlendirecektir. (Devam Edecek)