”İslamcı Burjuva” Nasıl Doğdu? (I)
İslamcı burjuva, burjuva ahlakının göstergelerini de üzerinde taşıyarak doğdu.
Sanıldığının tam aksine, Anadolu, tarih boyunca hiçbir zaman İslam Medeniyeti’nin bütün yönlerini günlük hayatında temsil etmek bakımından, Türkmen ve Şaman geleneğinden arındırılmış bir anlamda, saf olarak tam manasıyla İslamlaşmadı…
Anadolu Selçukluları’ndan sonra, Anadolu’ya yerleşen değişik boylar, öncü dervişlerin etkisiyle büyük oranda İslamiyet’le tanıştı. Fakat bu tanışıklığın devamı, göçebe kültürünün medeni kültüre dönüştürülmesi, bu medeni kültürün içini de İslam’ın iman, marifet ve san’at (estetik) boyutlarının doldurması ve şekillendirmesi anlamında gelmedi. Daima güdük kaldı. Anadolu’daki kavimler ve boylar arasında, İslamiyet bir ‘kabul’den öteye geçemedi. Öte yandan günlük hayatı, ilişki biçimlerini, günlük yönetim şekillerini, hatta ibadetin yorumlanma tarzlarını alttan alta, bir türlü terk edilemeyen ve dönüştürülemeyen Türkmen ve Şaman kültürü etkiledi. (Bunun en canlı örnekleri, Bektaşi ve Alevi kültüründe kendini gösterir.)
Anadolu köylüsü, tasavvuf kültürünün tam olarak etkilediği kısmi yerler hariç, İslamiyet’i bütün kurumlarıyla, bir Medeniyet tasavvurunu içselleştirmenin tezahürleri bakımından, günlük hayatında hiçbir zaman temsil edemedi. O yine Orta Asya’nın steplerinden koparıp getirdiği günlük hayat ritüellerini, inanış biçimlerini, kadın ve erkek anlayışını, göçebe mantığını ve edasını günümüze kadar sürdürdü. Anadolu Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde de bu durum bir realite olarak sürdüğü halde, başkent olan yerler dışında Medeniyet unsurları tam olarak Anadolu’ya taşınmadı, taşınamadı. Dolayısıyla Anadolu köylüsü nezdinde din, asli bir unsur olarak hiçbir zaman geleneklerin ve törenin önünde yer almadı. Din, ikincil bir konumda, daha çok işlevsel olarak ele alındı. Din, devletle girilecek ilişkide bir ‘araç’ olarak işlev gördü. Hiçbir zaman toplumsal refahtan gereken payı alamadığı için, hiçbir zaman iktidarda belirleyici, bürokrasiyi çekip çevirici bir konumda bulunamadığı için, Anadolu insanı, sürekli bunların ezikliğini ve yoksunluğunu yaşadı. İktidar ve zenginlik karşısında ister istemez oluşan duygusal ve zihinsel zaaf, tarih boyunca bir ukde olarak varlığını korudu ve toplumsal hafızada paslı bir çivi gibi durdu. Eğer Freud’un kavramlarına itibar edecek olursak, Anadolu realitesinin ‘toplumsal biliçaltı’nda ‘servet ve iktidardan yoksunluk’ hep bir kompleks olarak dipdiri kaldı.
Cumhuriyet’le birlikte servet ve iktidar paylaşımının tekelleşmesi, İstanbul ve İzmir kaynaklı ‘bir Cumhuriyet burjuvazisi’ meydana getirdi. Bu elit yapı, kendi içinde sosyetesini de doğurdu. Bu sosyetenin içinden, rejimin dümen suyuna girmiş, ham kitleleri bu düzenin kalıbına sokmakla vazifeli, yazar, şair, ideolog, aydın kanaat önderleri de türemiştir. Buna karşın, dindarların, medrese ve tekkeden gelen alim ve ariflerin temsil ettiği ilim geleneği dumura uğramış vaziyetteydi. Dolayısıyla, Anadolu insanına kanaat önderliği edecek alimler, ya rejime boyun eğmek zorunda bırakılmış (Elmalılı Hamdi Yazır gibi), ya rejimin saflarına geçmiş (Şemseddin Günaltay gibi) ya da büyük bir baskıya maruz kalarak sindirilmeye çalışılmıştır (Bediüzzaman Said Nursi gibi. Gerçi Said Nursi, Eski Said’den Yeni Said’e geçişiyle, Nur Risalelerini telif etmek suretiyle, din dilini, Medeniyet biçimini memleket insanına yepyeni bir yorumla sunarak mücadele etme yolunu seçmiş ve dinin itikadi esaslarını bir Medeniyet’i yeniden inşa edecek biçimde yeniden sunmuş, İslam düşüncesi geleneği ile bugünün yegane köprüsü olma vazifesini deruhte etmiştir.)
1950’li yıllardan sonra, kısmi özgürleşme ile birlikte, İstanbul ve İzmir burjuvazisine karşı yönünü Anadolu’ya dönmüş kimi yazar, şair ve düşünürler, kanaat önderliğini üstlenmeye başlamıştır. (Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu vb. gibi.) Bu yeni kanaat önderlerinin iki temel handikapı vardı: Birincisi, Anadolu realitesini tam anlamıyla İslami kabul etmenin naiv romantizmi. İkincisi, din anlayışını sadece rejimle doğrudan mücadele şeklinde reaksiyoner tarzda algılama ve politik düzlemde temsil etmeye çalışma gayesi.
Böylece, rejimin imkanlarına sahip olunursa, ‘Düşmanının silahıyla silahlanılırsa’ yeniden bir İslam devletinde yaşamak, ‘şanlı tarihimiz’de olduğu gibi üç kıtada at koşturmak mümkün olacaktı. Anadolu realitesini İslamileşmenin modeli olarak sunmak, tarihten gelen servet ve iktidar açlığına kapı açtı ve bu durum din algısını daha çok politik bir zemine çekti. Ortaya, devlet odaklı düşünen, agresif (haklı olarak), din ile nisbetini ‘iman’ odaklı değil ‘İslam’ odaklı kuran samimi ama sloganik bir dindar tipolojisi çıktı. Dini duruşunu sadece rejimin görünen aygıtlarına karşı konuşlandırmış, bu aygıtlara sahip olduğunda toplumu yukarıdan aşağıya İslamileştireceğine inanan, bu nedenle medyaya, siyasi otoriteye ve sermaye birikimine çok vurgu yapan yarı devrimci bir zihniyet teşekkül etti. Bu devrimci zihniyetin karşısında imiş gibi gözüken evrimci İslami anlayış da, rejime karşı aynı zaafları (iktidar, medya, sermaye) besliyordu.
Gelinen noktada, 1980’lerin kendine özgü koşullarında, servet ve iktidar açlığı çeken, gizli- bastırılmış dünyevi taleplerini dini talepler şeklinde somutlaştıran bu dindar kitle, ‘düşmanının silahıyla silahlandı’, servet ve iktidara kavuştu, servet ve iktidarın dönüştürücü gücü karşısında taklidi iman ve reaksiyoner İslam anlayışları tutunamadı, dönüşüm tamamlandı ve İslamcı burjuva, burjuva ahlakının göstergelerini de üzerinde taşıyarak doğdu.
(Devam edecek…)