İran ve İsrail Arasına Sıkışan Türkiye
Türkiye bölgede hem İsrail, hem de İran ile normal ilişki kurabilen tek ülke. Mavi Marmara cinayeti sonrasında
İsrail’le ilişkiler gergin olsa da; Türkiye, İsrail’le ve dahi İran’la diplomatik ilişkisi olan bir devlet.
Serbest bölgelerdekiler hariç olmak üzere Türkiye 2011’de, İsrail’e 2 milyar 292 milyon dolarlık ürün satarken, 2 milyar 057 milyon dolarlıkta ithalat yapmış. İran’a 3 milyar 590 milyon dolarlık ihracat yaparken de, 12 milyar 461 milyon dolarlık ithalat yapmış. Yani her iki ülkeyle de önemli bir ticaret hacmine sahip.
Dünya kamuoyu, İsrail ile İran arasında resmi anlamda hiçbir işbirliğinin olmadığını düşünür. Gerçekte bu iki ‘düşman’ arasında, siyasi veya ticari hiç bir ilişki yok mu?
Geçtiğimiz yıl vefat eden Sami Ofer, Türkiye kamuoyunun da yakından tanıdığı İsrailli bir işadamı. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu onunla ilgili yaptığı yazılı açıklamada, “O gerçek bir Siyonist’ti” diyor. Sami Ofer’in evinde ölü bulunduğu günlerde, Ofer Brothers Group’a ait şirketlerin, İran’la milyarlarca dolarlık ticaret yaptığı ileri sürülmüştü.
Yine o dönemlerde Irak’ın For All News Ajansı; İsrail ve İran arasında ticari işbirliği olduğunu ve İsrailli firmaların, İranlı 200 kadar şirketle ticari faaliyetinin olduğunu ileri sürmüştü. Ajans, haberinin devamında, İran'daki firmalarla işbirliği yaptığı iddia edilen İsrailli şirketlerden bazılarının tarım alanında faaliyet gösterdiğini, söz konusu şirketlerin İran'da 800 milyon dolar civarında yatırımlarının olduğunu da dile getirmişti.
Pek çok ülke arasında bilinmesi durumunda siyasi sonuçlar doğuracak gizli ticari faaliyetler de vardır. İran ve İsrail arasında yapıldığı belirtilen ticari ilişki ve işbirliğinin gizli tutularak sürdürülmesi hiç de ihtimal dışı değil. Ayrıca başka bandıralar altında Ofer’in gemilerinde yapıldığı iddia edilen ticaretin gizliden yapılması yadırgatıcı gelse de mümkündür.
Mamafih bu iki ülkenin adı İran ve İsrail olunca, durum bambaşka bir boyut kazanıyor. Unutmamalı ki bu ‘iki düşman’ arasında çok önemli bir amaç birliği her zaman olageldi. Bu iki ülke de varlığını bir ölçüde diğerine borçlu. İsrail, İran’ı kendi varlığı için bir tehdit olarak görüp konumlanmakta, çevresel ve küresel, siyasi ve askeri eksenini buna göre belirlemekte. Aynı durum İran içinde geçerli. Dahası her iki ülke de diğer ülkeyi kendi halkına, varlığı için en büyük ‘düşman’ olarak göstererek, kinini ve buna bağlı olarak da direncini diri tutmakta.
Şimdiler de İsrail ve İran ‘muhtemel’ bir savaşa hazırlanıyor gibi gözüküyor. Gerilim hat safhadaymış gibi gözükmekle birlikte, aslında savaşa neden olabilecek bir boyutta olmadığını belirtmek gerek.
ABD Savunma Bakanı Leon Panetta’nın geçen ay yaptığı, ‘Amerikan ordusu, İran’ın nükleer tesislerini vurabilecek güçte silahlar geliştirmek için çalışıyor. İstenilen sonucun alınması için bombaların geliştirilmesine devam ediyoruz’ şeklindeki açıklaması, basına ‘ABD’den şok itiraf’ şeklinde yansımıştı. Bu açıklama ilk bakışta, ABD’nin zafiyet içinde olduğu şeklinde bir izlenime neden olabilir. Ama bunun psikolojik harbin bir parçası ve/veya savaş tamtamcılarını teskine yönelik bir adım olduğu apaçık ortada. Hiç kuşku yok ki bu mesaj, küresel savaş yanlılarına yönelik olduğu kadar, hem İran’a, hem İsrail’e, hem de Suriye’ye yönelikti.
Yarım asırdır işkencehânelerinden oluk oluk akan kanın, artık tüm ülke sokaklarından da akmaya başladığı Suriye’deki rejimin devamını, hem İsrail, hem de İran istiyor. Esad rejiminin varlığı, İsrail’in güvenliği için önemli bir sigorta. Öte yandan İslam dünyası ile Türkiye arasına, Suriye’den sonra Irak’ı da katarak ciddi bir koridor oluşturan İran, Suriye’yi hiçbir koşulda kaybetmek istemiyor. Bu nedenle de, Suriye’nin katil rejimini İsrail’le birlikte korumaya çalışıyor.
Bir ucunda İran, diğer ucunda İsrail’in, ortasında ise Türkiye’nin olduğu bir tahterevalli düşünün. Türkiye ağırlığını hangi tarafa verse, diğer taraf ateş püskürüyor. Tahterevalliyi dengede tutmaya çalışan Türkiye, bu kez ‘tarafını seçme’ çağrısına muhatap oluyor. Türkiye’ye safını seçmeye davet edenler hiçbir şey olmamış ve düşman da değillermiş gibi, körfezde al gülüm ver gülüm yapıyorlar. Bu süreçte tarımını İsrail’e teslim eden İran, bambaşka bir medya pazarlaması ile çıkıyor karşımıza. Bu vesileyle ifade etmek gerekir ki; Efes Pilsen’e helal sertifika veren İran, konuklarına Efes Pilsen ürünleri ikram ediyor. Üstüne üslük ‘helal gıda’ konulu programlarına bile ‘Anadolu Biracılığı’ sponsor yapıyor.
Tuncay Özilhan’ın Anadolu Biracılık firmasının, Irak’ın Erbil, Pakistan’ın Karaçi ve Lahor’dan sonra İran’da da milyonlarca litreye bira üreten bir tesisinin olduğunu da bir kenara not etmek gerek. Bu durumda bölgedeki gelişmeler ve karmaşık ilişkilerin, şeytanın bile başını döndürdüğünü söyleyenlere katılmamak imkânsızlaşıyor.
Kaptan köşkünde Ahmet Davutoğlu’nun oturduğu Türkiye dış politikasının başarısı, bu tahterevalli de belirleyici olup ol(a)mamasına bağlı.
Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, ama geçen hafta önce Çin Dışişleri Bakan Yardımcısı ile görüşme görüntüleri yayınlanan Esad’ın yüzü, bir devlet başkanından çok, köşeye sıkışmış bir suçlunun beden dilini andırıyordu. Yani korku ve tedirginliğin bütün hücrelerini sardığı bir ‘lider(!)’ Onunda işi zor… Bir yandan Suriye derin devleti, diğer yandan Suriye halkı, bir yanda ölüm korkusu, diğer yandan da kendisini yaşam destek ünitesinde tutmaya çalışan İran ve İsrail.
Ne Arap dünyası, ne de Türkiye, Suriye’deki sürecin daha fazla uzamasından yana değil. Batı savaş istese bile, bu kez durumun Libya’ya benzemeyeceği aşikâr. Diğer taraftan Esad’ın kalıcılığına, suni teneffüs veren Rusya, Çin, İran ve İsrail’de inanmıyor. Şimdi mesele, yeni Suriye’nin kimin yanında olacağı veya kimin daha çok etki ve nüfuzunda kalacağı.
İran’ın savaş gemilerini Suriye’ye göndermesinin amacı; Esad’ı korumaktan ziyade, Suriye’de kurulacak yeni rejimde belirleyici olmak.
İsrail ise düşman görünümlü ancak kendisi için bir güvence konumundaki Esad rejiminin düşmemesi için, Amerika’ya ve Avrupa’ya baskı uyguluyor. Mübarek’in düşmesiyle ‘Camp David’ tedirginliği hat safhaya çıkan İsrail, Esad’ın düşmesiyle de Golan’ın elinden çıkması ihtimaliyle karşı karşıya kalacağını biliyor. Etrafı ‘İhvan’ rejimleriyle çevrilmiş bir coğrafyada olmak, ne İsrail’i mutlu eder, ne de İran’ı. Arzuları, Suriye rejimini mümkünse sadece lider değişikliğiyle korumak. Yani, yeni veya yeni görünümlü Suriye, iki ülke içinde ortak bir payda doğuruyor.
Suriye meselesinde en samimi ülke hiç kuşkusuz Türkiye. Gelişen ilişkilere bakarak Başbakan Erdoğan’ın, Esad’ı geçmişte ‘dost’ gördüğünü iddia etmek saflık olur. Mevcut rejimin dönüşüm geçirmesi için, Türkiye’nin uzun uğraş verdiğini unutmamak gerek.
Gelinen noktada, Suriye’de ne rejim bu şartlarda artık ayakta kalabilir, ne de ülkede yaşam bu şekilde sürebilir. Yapılması gereken en acil şey; komutanı Arap olan bir operasyonla yardım koridoru açarak, ‘Özgür Suriye Ordusu’na gıda ve silah ikmali yapmak.