İnsan, Devlet ve Demokrasi
İnsanlar ve toplumlar, kendi içlerinde gücün dağılımına göre farklı tabakalara ayrılmışlardır. Bir toplum olarak birlikte ve bir arada yaşayan insanlar arasındaki ilişkilerin nasıl olacağınıbelirleyen şey, güçtür. Güç, genel olarak ötekinden çeşitli sebeplerle üstün olma, ona isteklerini kabul ettirebilme yeteneğidir. Bir insanı ötekinden güçlü yapan şey çok farklı faktörlere dayanır. Ancak maddi varlıkların yekûnu bunlar içerisinde önemli bir yer tutar. Marksist terminolojiyle söyleyecek olursak güç, mülkiyet sahipliğinin toplumdaki karşılığıdır.
Güç ve Paylaşım İlişkisi
Her ne kadar farklı düşünceler güç ve mülkiyet konusunu farklı şekillerde ele alabilse de nihayetinde insan pratiğinde karşımıza çıkan yegâne sonuç; mülkiyeti elinde tutanın ötekine hükmedebildiğidir. Bu noktada Marksizm’in hükmü doğrudur. İstisnasız dünyadaki bütün toplumlar açık ya da zımni, belirgin bir aşağıdan yukarıya doğru seyreden tabakalaşma içerisindedir.
Toplumların yalın gerçeği bu iken halk diye tesmiye edilen insanların birlikte yaşama serüveni sırasında eşit olduğu, var olan bu tabakalaşmaya karşı bölüşümün adil yürütüleceği, herkesin hakkı olana kavuşacağını ileri sürmek biraz iddialı bir şeydir. Teori ne derse desin elimizdeki toplum malzemesi bu iken hemen akla gelen bazı rahatsız edici soruların bir kenara not düşülmesi gerekmektedir.
Günümüz modern toplumlarında teori ve hukuk düzeninin “herkes eşittir” varsayımı cari olsa bile hiyerarşinin olduğu bir durumda, “Toplumda kimin sözü geçer?”.
Ya da daha cesur davranıp soruyu kışkırtıcı bir şekilde netleştirecek olursak; “Kölenin efendisine sözü geçer mi?”. Bu ikisi arasındaki nimet ve külfet dağılımını, tek tek bireylerin haklarının hakkaniyet ve adalet çerçevesinde dağıtımını kim yapacaktır? Tarihteki ibretli örneği hatırlayacak olursak Ömer her zaman deveden iner de sırası gelince o kısmetli köle de deveye binebilir mi?
Habil ile Kabil’den beri insanların en başta gelen sorunu bir arada yaşama ve ortadakini paylaşma sorunudur. İnsanoğlu elindekileri herkesi ikna edecek ölçüde doğru ve adil paylaşamamıştır.
Ne yazık ki, zayıf olana bu paylaşımda söz sahibi olma hakkı verilmemiştir. Güçlü olan ise ne kadar adil olabilecek, kural koyucu ve uygulayıcı olarak kendi vicdanı ile ötekinin vicdanını nasıl aynı kefeye koyabilecektir. Bu mümkün olsaydı hiç Adem’in oğulları birbirini boğazlar mıydı? Allah’ın ilk kuluna evlat acısını bu şekilde tattırmasında ayrı bir hikmetin olduğu, bunun ondan sonra gelecek insanlığa bir ibret olduğu aşikardır. Az önce Hz. Ömer örneğini hatırlatmış olsak da bir çiçekle bahar gelmeyeceğini hepimiz biliyoruz. Yani insanoğluna “Âdemoğlu bir Ömer değil her daim başında duracak ölümsüz bir Ömer lazım”.
Ölümsüz Ömer Olarak Devletin Doğuşu
İşte bu sorun tarih boyunca insan ve toplum üzerine kafa yoran herkesin ele aldığı başlıca sorun olmuştur. Bu konuya kafa yoranların hepsi de ittifak etmişçesine insanın başkasının adaletini sağlama konusunda yetersizliğinden hareketle herkese eşit mesafede duracak bir varlık olarak insanüstü nitelikleriyle Devlet’i yaratmışlardır.
Devlet özü itibarıyla insanın kendi zaaflarının bir sonucudur. İnsanın zaafları; birbirleri ile sorunsuz yaşamalarının önüne geçmiş, ortaya çıkan sorunları çözmek için de çağlar boyunca, insan zaaflarından münezzeh devlet tasvirleri yapılmıştır[1].
Devlet, bireylerin bazı haklarını zor kullanma, sosyal sözleşme gibi yollarla devrederek oluşturdukları üstün ve bağımsız bir otoritedir. Tarih boyunca bütün filozoflar, insanlar arasındaki sorunları çözmek için adı her ne olursa olsun üstün bir varlık olarak devleti teçhiz etmişler ve bütün bu görevleri devlete havale ederek devletin bu görevleri gerektiği gibi “nasıl” yapacağı üzerinde durmuşlardır.
Nihayetinde burada söylenecek en doğru şey, insanın tarafsızlığı hakkındaki hükümdür. İnsan düşüncesinin tarafsız olması çoğunlukla değildir. Tarafsızlık, insan olmanın tabiatına aykırıdır. Bu yüzden insanlar arasındaki ilişkiyi tesis edecek düzenin insan düşüncesinden gayrı, daha üstün ve insani zaaflardan münezzeh olması gerekmektedir.
Gerçi bütün filozoflar da insan malzemesinin tarifinden yola çıkarak soruna çözüm aramaya çalışmışlardır. Kimisi insanı düşünen bir hayvan olarak tanımlamış[2], kimisi insan insanın kurdudur demiş[3], kimisi insanın barışçıl bir doğaya sahip olduğunu[4], kimisi ise fıtratın aslında iyi bir maya olduğunu ancak çevrenin bunu bozduğunu[5] ileri sürerek çözümlerini de bu mantıksal çıkarımlar dairesinde aramışlardır.
Bütün bu tartışmalar ne kadar yerinde olsa da çözümü yine sorunun başlangıç noktasından uzaklaşmadan aramak gerekmektedir. Öncelikle sorunun neden ortaya çıktığını, insanları bir arada birbirine zarar vermeden alıkoyan saikin ne olduğunu tespit ederek çözüme ulaşmaya çalışmak en doğrusudur.
İzzet, iffet, fazilet, erdem, şeref (çünkü insan eşref-i mahlukattır) gibi değerlerin insanlarda azalması veya yok olması insanı bir arada yaşamaktan alıkoymaktadır. O halde çözümü bu değerlerle donatılmış cezalandırıcı ve dağıtıcıda aramak gerekmektedir. Yani var edeceğimiz üstün gücü bu sıfatlarla kaçınılmaz bir şekilde donatmak zorundayız.
Düzeni kuracak olan düşünce öyle bir düşünce olmalı ki, tek görevi insanların yaradılışına uygun olarak varlıklarını devam ettirmelerini ve onların birbirleri üzerindeki zaaflara dayalı isteklerini önleyebilmeli, insanoğlunun sorunlarını çözerken kimin kim ya da ne olduğundan etkilenmeyecek “sui generis” bir kimyası olmalıdır.
Devleti devlet yapan ve farklı kılan kendine özgü kimyası ve bu kimyanın bozulmamışlığıdır. Bu bakımdan devlet ancak insan doğasına göre üstün olan yönlerini ne kadar koruyabiliyorsa meşruiyet sahibidir. Eğer ki devlet denilen aygıt/mekanizma, bu nezih varlığının iffetini korumaktan acizleşmişse; yazının daha başında belirttiğimiz eşitsiz tabakalaşmanın yarattığı güç sahiplerine hizmet etmekten başka bir işe yaramayacaktır. Hatta devlet onların haksızlıklarına ayrı bir meşruiyet kazandırarak toplum üzerindeki baskı ve sömürü daha da derinleşecek, sömürünün kendisi kanunlaşarak bu içinden çıkılamaz bir kısır döngüye dönüşecektir.
[1] Devlet ile ilgili ilk tartışmaların Eski Yunan’da olduğu bilinir. Yunan mitolojisine dikkat edilirse insan tanrılar vardır. Bunların da üstünde daha bir üst niteliği olan baş tanrı Zeus vardır. Her kentin de bir tanrısı vardır. Yunan mitolojisini ve özellikle Platon etrafında şekillenen ideal ve en iyi ikinci devlet tartışmalarını düşününce akla filozofların insan noksanlıklarından vareste bu üstün varlık yaratma kaygısı gelmektedir. İyice dikkat edilirse, Eski Yunan’da bu kadar çok tanrının varlığı, filozofların insandan soyut bir devlet arzusunun toplum hayatına yansımış şekli gibi durmaktadır. Nihayetinde Eski Yunan’dan sonraki devlet tartışmalarında da Aydınlanma Çağı’na kadar hep ilahi referanslarla donatılmış devlet kavramı vardır. O güne kadar ilahi sıfatlarla donatılmış olan Devlet, ilk defa Aydınlanma Çağı filozoflarının rasyonalizm olarak adlandırılan düşünce sistemiyle yeryüzüne “insani bir varlık” olarak indirilmiştir.
[2] Aristo. Platon’un öğrencisi, büyük fatih Makedonyalı İskender’in hocası da olan büyük filozoftur.
[3] Thomas Hobbes, Leivathan isimli başucu eserinde insanların doğasının kötü olduğu için birbirlerine zarar vermeye meyilli olduğunu ileri sürmektedir. Buna istinaden insanların kendini güvene almak için bütün hak ve yetkilerini bir sosyal sözleşme ile devlete (Leviathan) devrettiklerini söyler.
[4] John Locke, insanın doğal haldeyken barışçıl olduğunu ancak toplum halinde yaşamaya başlamakla insan doğasının tehlike altına girdiğini bu yüzden de bir sosyal sözleşme ile özünde barışçıl olan insanın güvence altına alındığını ileri sürer.
[5] İbn Haldun, İslam’daki “herkes İslam fıtratı üzerine yaratılır” anlayışına uygun olarak insanların fıtrat (iyi) ile yaratıldığını, insanın aslında doğasının iyi olduğunu ancak çevrenin insan doğasında var olan kötüyü ortaya çıkarıp beslediğini ve geliştirdiğini ileri sürmektedir. Daha tafsilatlı bilgi için Mukaddime isimli esere başvurulabilir.