İnançlar, “İdeoloji”ye Dönüşmemeli!
İnsanların herhangi bir siyasi ya da felsefi ideolojiyi benimsemelerinde, elbette ki inançlarının büyük önemi bulunmaktadır. Hiç kimse, kendi inançları ile açıkça çelişen, ya da çatışan bir ideolojiyi benimsemek istemeyecektir.
Ancak bu durum, doğrudan doğruya inancın kendisinin bir ideoloji haline dönüştürülmesi için gerekçe olmamalıdır.
Hiç şüphesiz ki, insanlar, kendi yaşamlarını düzenlerken ve yaşama biçimlerini oluştururken, tercihlerini çoğu zaman inançlarına göre yaparlar. “İnançlar, toplumların temelleridir” başlıklı yazıda da anlatıldığı üzere, insanların inançlarının oluşmasında, bilinen ve geçerli mantık sistemleri ile açıklanamayacak subjektif sebepler, sanıldığından çok daha fazla etkili olmaktadır. Ayrıca, ideolojiler, insanlar (bireyler ya da toplumlar) arasındaki ilişkilerde rekabeti ve çatışmayı esas alırken, inanç sistemlerinde, paylaşmak, işbirliği ve insanlara iyilikte yarışmak esastır.
Bunun içindir ki, ideolojiler ile inançlar, yapısal özellikler ve içerik bakımından birbirlerinden tamamen farklıdırlar ve biri diğerinin yerine ikame edilemez. Çünkü, her ikisinin de insan yaşamındaki yerleri de fonksiyonları birbirinden çok farklıdır.
İster felsefi olsun, ister siyasi, hemen her ideoloji, dayandığı mantıksal örgü içerisinde, mümkün olabilecek “ideale en yakın toplum düzeninin kurulması” amacına yöneliktir. Halbuki, temelde “yüksek ahlak”ı ve“ideal insan”ı amaçlayan inançlar için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildir. Belki bazı inançlarda, toplum düzeni kurulmasına yönelik bazı hususlar bulunabilir; ancak bu, inanç sistemlerinin, siyasi hedeflere yönelik ideolojiler olarak vazedilmedikleri gerçeğini değiştirmez.
Aralarında bazı önemli farklılıklar olsa da, bilinen tüm inanç sistemlerinde, her şeyden önce, “bireylerin diğer insanlar için herhangi bir şekilde risk ya da tehdit unsuru olmamaları” öğütlenirken, “insanların faydasına olan” her türlü eylem ve davranışlar teşvik edilmektedir. Nitekim İslam dininde de, insanlar arasındaki ilişkilerde (faydalı işler dışında), “rekabet ve çatışma” men edilirken, insanların yararına olan her konuda “işbirliği ve paylaşma” övülmektedir.
Bu gerçeklik karşısında, mesela, “Siyasi İslam” ifadesi ile kastedilen şey her ne ise, onun, Kur’an-ı Kerim’de anlatılan İslam dini ile, uzaktan ya da yakından herhangi bir ilgisinin bulunduğu düşünülmemelidir. Ancak ne var ki, hemen Dünyanın her tarafında, “Siyasi İslamcılık” suçlaması ile hedef alınan oluşumların tamamının, “Müslüman oldukları varsayılan” toplumların içinden çıkıyor olmasıdır. İşte, gerçek (yani, İslam’a sadece bir “din” olarak inanan ve öyle de yaşayan) Müslümanlar için bir an önce içinden çıkılması gereken asıl mesele budur!
Zira bu durum, gerçek Müslümanların, Müslüman olmayan tüm toplumlar tarafından “siyasi ideoloji sahibi (dolayısı ile kendileri ile rekabet ve çatışma halinde olmaları bir zaruret olan)” bireyler ve toplumlar olarak algılanmalarına neden olmaktadır. Bu ise, Dünyadaki diğer toplumlarla ideolojik bir rekabet ve çatışma halinde olmayan gerçek Müslümanların (hem bireysel hem de toplumsal bakımdan), karşı karşıya bulundukları tüm risk ve tehditler ile (doğrudan ya da dolaylı olarak) karşı karşıya bulundukları ve yaşamakta oldukları tüm sorunların ana kaynaklarından biridir.
Kitlesel olarak “risk ve tehdit” unsuru olarak algılamaları nedeniyle, Müslüman olmayan toplumlar tarafından Müslümanlara karşı ortaya konan tepkiler, “Siyasi İslamcılar” için en önemli varlık sebebi olarak öne çıkıyor. Müslüman olmayan toplumlar, aslında münhasıran Siyasi İslamcıların ideolojik eylemlerinden kaynaklanan kendilerine yönelik risk ve tehditlere karşı gösterdikleri tepkilerini tüm Müslümanlara yönelterek, tam da Siyasi İslamcıların istedikleri şekilde davranıyorlar. Neticede de, bu tepkiler karşısında “Müslüman toplumların korunması” gibi, Siyasi İslamcıların varlıklarını meşrulaştırıcı çok tehlikeli bir durum ortaya çıkıyor.
Kendileri, Müslüman olmayan herkesi “düşman” olarak değerlendirdikleri için, diğer insanların da tüm Müslümanları “mutlak düşman” olarak göreceklerini varsayan siyasi İslamcılar, Müslümanlara yönelik tüm tehdit ve riskleri, diğer toplumların “İslam Düşmanlığı” ile izah ederek, kendilerini meşrulaştırmakta ve Müslümanlar içinden kolayca taraftar bulabilmektedirler.
Bu durumda, gerçek Müslümanların, Müslüman olmayan toplumlardan gelmesi muhtemel risk ve tehditlere karşı korunması hususu, fevkalade karmaşık ve bir o kadar da önemli bir mesele olarak, her geçen gün daha da öne çıkıyor.
Bu sorunun çözümünde ilk görev, elbette ki Müslüman entelektüellere ve bilim adamlarına düşüyor. İslam dinini, siyasi bir ideoloji olarak düşünmeyen gerçek Müslümanların, kendi içlerinden çıkmakta olan bu marazi oluşumları bir an önce tecrit edebilmeleri gerekiyor. Müslümanlar, Müslüman olmayan tüm diğer toplumlarla olan münasebetlerinde, siyasi İslamcıların gölgesinden kurtulamadıkları müddetçe, aslında kendilerinin sebep olmadıkları pek çok sorunla uğraşmak ve bedel ödemek zorunda kalmaya devam edeceklerdir.
Bu konuda, elbette, Müslüman olmayan toplumların entelektüellerine de önemli sorumluluklar düşmektedir. Onların da, “Siyasi İslamcılar” ile, “İslamiyeti, sadece din olarak kabul eden ve yaşayan” kitleleri birbirinden ayırmaları ve kendilerine yönelik tehdidin, dindar Müslümanlardan kaynaklanmadığını anlamaları gerekiyor. Tepki gösterdikleri tehditlerin asıl kaynağının İslam dini değil, tıpkı Tapınak Şövalyeleri gibi, sözüm ona İslam adına ortaya çıkan ideolojik örgütlenmeler olduğunu anlamaları ve kabul etmeleri fevkalade önemlidir.
Müslüman olmayan toplumların, siyasi İslamcıların eylemlerin karşı geliştirdikleri tepkileri dindar Müslüman kitlelere yöneltmeleri, tepkilere neden olan eylemlerin asıl sorumluları üzerinde etkili olmamaktadır. Aksine bu durum, Siyasi İslamcıların işine yaramakta ve onların varlıklarını adeta “gerekli” ve “meşru” hale getirmektedir.
Halbuki, yaşadıkları ülkelerde aslında azınlık grupları halinde örgütlenmiş bulunan siyasi İslamcıları doğrudan hedef alacak şekilde tedbirler geliştirmek, tüm Müslüman toplumları düşman kabul ederek alınacak tedbirlere göre çok daha kolay ve etkilidir. Amerika Birleşik Devletleri’nin Afganistan ve Irak politikalarında çıkmaza girmesinin nedeni, “ideolojik” eylemler yapan siyasi İslamcılar ile “dindar (gerçek)” Müslümanları birbirlerinden ayırmamış (ya da ayıramamış) olmasıdır.
İşte tam bu noktada, Müslüman toplumların entelektüelleri ile diğer toplumların entelektüelleri arasında, tüm toplumları kapsayacak bir “işbirliği kültürü”nün vücuda getirilmesine ihtiyaç bulunuyor. Bu ihtiyaç, son yıllarda Türkiye’de “dinlerarası diyalog” söylemi ile ortaya konan, farklı inançlarla ilgili “kurum ve örgütlenmeler arası” çabalardan fevkalade farklı bir şeydir.
İnançları farklı olan insanlar, başta Müslüman toplumlar arasında olmak üzere, hemen Dünyanın her yerinde birbirleri ile pek ala barış içinde yaşamışlardır ve hala da yaşamaktadırlar. Sorunun kaynağı, inançların “siyasi ideoloji” olarak kullanılmasıdır. Ki, tarihte bunun en büyük ve en vahim örnekleri Haçlı Seferleri’dir.
İşte bu nedenledir ki, “inançların siyasi ideolojilere dönüştürülemeyeceğine dair” evrensel bir ilkenin, 1975-Helsinki Nihai Senedi’ne ilave edilmesi, hatta BM üyesi bütün ülkelerin anayasalarına, bir şekilde temel madde olarak konulması, dünya barışı için son derece yararlı olacaktır. Böylece belki, İsrail’in de seküler bir devlet haline dönüştürülmesinin uygun bir yolu bulunmuş olur…
Türkiye’nin, siyasi ve entelektüel birikimi ile Dünya barışına ve insanlık idealine önemli bir katkı anlamına gelen böyle bir vizyonu artık ortaya koyabilmesi gerekiyor.