İlk Selülozik Etanol Fabrikalarının Düşündürdükleri
Fosil yakıtların ozon tabakasına olumsuz etkisi dolayısıyla, küresel ısınmanın ana nedenlerinden biri olduğu bir gerçek. Buradan yola çıkan dünya karar mekanizmaları, özellikle petrol kullanımını devreden çıkartacak seçenek arayışında önceliği biyoyakıtlara vermiştir[1]. Aslında 1970’lerde Brezilya’nın şeker kamışından elde ettiği etanolun petrol ikamesindeki cazip fiyatı, diğer ülkeleri de harekete geçirmiş ve mısır ABD’de biyoyakıt olarak devreye sokulmuştur. Bunu birçok AB’ ülkesi de takip etmiş ve gelecek yıllarda daha yüksek oranda biyoyakıt kullanımı hedeflenmiştir. Hatta AB 2010’larda taşımacılıkta kullanılan yakıtlardaki biyoyakıt karışım oranı %5,75’i, 2020’lerde %10’lara çıkarmayı planlayarak, konu ile ilgili yatırımlara maddi destek sağlamaya başlamıştı.
Doğal olarak bu politik kararlara göre de, endüstri gerekli yatırımları planlayıp, uygulamaya koymuştur. Ne var ki kaynaklarının gıda dışı kullanımının, G20’lerce gıda krizinin ana nedeni olarak açıklanmasından sonra, yaklaşımlar yeniden değerlendirilmek durumunda kalmıştır. Bu aşamada su yüzüne çıkan bir olgu, olayı bambaşka bir yöne çevirmiştir. Bu zamana kadarki CO2 salınım hesaplarında biyoyakıtları sağlayan bitkilerin tarımı esnasında ve orman açmaları nedeni ile açığa çıkan CO2‘in dolaylı etkisi (ILUC[2]) adeta göz ardı edilmişti.
Bu etkinin varlığının kabulünden sonra da, ilgili komisyon Avrupa Parlamentosuna (AP) başvurarak, olayın yeniden değerlendirilmesini talep etmiştir. AP 11 Eylül 2013 tarihli toplantısında önceki kararlar çerçevesinde 2020’lerde yakıt harmanında %10 olarak öngörülen biyoyakıt oranının %5’lerde kalmasını kabul etmiştir. Bu karar AB biyoyakıt endüstrisinde şok etki yaratmıştır.
AB destekleriyle ileriye yönelik kapasite artırımı için yatırım yapan firmaların, onların üst çatı organizasyonlarının ve basın organlarının “bu bir ‘maç esnasında kural değişimidir’”, “biyoyakıtlar konusunda U-dönüşü” gibi yakınma ve saptamalara şahit olunmuştur.
Bilindiği gibi mısır, soya gibi gıda maddeleri birinci; mısır sapı, orman ürünleri, organik atıklar vs. ikinci (selülozik); alg gibi tarım dışı kaynaklar üçüncü nesil biyoyakıtların hammaddelerini oluşturmaktadır. Zaten ikinci ve üçüncü nesil biyoyakıtlarla ilgili AR-GE yoğun olarak devam ediyordu ve hatta THY[3] dâhil birçok büyük hava yolu şirketi, üçüncü nesil (algler) kaynaklı yakıt üreticileri ile ticari görüşmeleri başlatmışlardı.
İşte tam bu aşamada selülozik etanol üretimi için pilot çalışmalar meyvelerini vermeğe başladı. İlki Crescentino, İtalya’da 2013 ekiminde, İtalyan Mossi Ghisolfi Group ve Danimarka’lı Novozymes ortaklığında kurulan “Beta Renewables” ve ikincisi de Emmetsburg, Iowa’da (ABD)’da, eylül 2014 de, Hollandalı (Royal DSM) ve ABD’li (POET, LLC) ortaklığında kurulan Project LIBERTY fabrikaları selülozik etanol üretimine başladılar. Bu ticari üretimlerin ana maddesi ABD’de mısır, İtalya’da ise buğday, çeltik sapı ile kargıdır. Ortakların enzim ve biyoetanol üretimindeki onlarca yıllık tecrübeleri, bu yatırımların gerçekleşmesinde yönlendirici olmuştur. Söz konusu yatırımlarda öne çıkan bir olgu, kamunun olaya sıcak yaklaşımı çarpıcıdır.
Örneğin ABD’deki yatırımda Enerji Bakanlığı fabrikanın mühendislik çalışmaları ve inşaat aşamasında 100 milyon US$, Iowa eyaleti 20 milyon US$, Tarım Bakanlığı da 3 milyon US$ yardımda bulunmuştur. Günde 770 tonluk tarımsal ürün atığı (sap, yaprak, kök, dal vs) işleme kapasitesindeki bu fabrika, yılda 75 milyon litre etanol üretebilecektir. Şirket cirosunun, biyoetanol ve lisans gelirleri ile birlikte 2020’lerde, 250 milyon US$’ı bulacağı tahmin edilmektedir.
Özellikle mısır üreticilerinin saplarının değerlendirilmesi açısından, çiftçiye milyonlarca dolar gelir sağlayacağı beklenmektedir. İşletmenin Iowa’ya yıllık 1,2 milyar US$ katkıda bulunacağı öngörülmektedir.
Bu yatırım dalgasını diğer birçok fabrikanın izleyeceği muhakkak. Peki, sistemin yararlandığı hammadde bu yatırımlara yeterli olabilecek mi? Biyo-ekonominin bu ileri uygulamalarının, tarımsal yatırımlarda yeni yönlendirmelere neden olacağı beklenmektedir. Hele hele ABD’nin 2022’lere 75 milyar litre selülozik etanol hedeflemesi (daha 1000 adet Project LIBERTY gibi selülozik etanol fabrikası ile sağlanabilir), olayın önemini çarpıcı olarak ortaya koymaktadır.
Bu aşamada enerji bitkilerine de gereksinim doğacaktır. Peki, hektardan ortalama 5 ton sap kaldıran ve bunun karşılığında 90 dolar kazanan mısır üreticisi, gereksinimi karşılayabilecek mi? İşte bu durumda söz konusu fabrikaların enerji bitkilerine yönlenmesi kaçınılmazdır. Dallı darı (switchgrass) bu gurup bitkilerin başında gelmekte ve ticari olarak bir çok ülkede devreye girmiştir.
İki farklı hammadde kaynağının, kendi aralarındaki rekabetini zaman gösterecektir. Diğer bir soru da, dallı darının selülozik etanol üretimi dışında, yem maddesi olarak kullanılmasıdır. Çok yeni bir yayında dallı darının enerji bitkisi olarak değil de, hayvan yemi olarak kullanımının daha ekonomik olabileceğine değinilmektedir.
Birinci kuşak biyoyakıtların hammaddesi mısır gibi ana gıda maddesi olduğundan, gıda yetmezliğini ve fiyat artışlarını tetiklemesi nedeniyle biyoyakıt hammaddesi olarak kullanımı G20’ler tarafından yasaklanmıştı. Bu kez, ikinci kuşak selülozik etanol ham maddelerinin kullanımının, hayvan yemi yetmezliği ve fiyat artışına neden olduğu gerekçesi ile aynı örgüt tarafından engellenmesine mi şahit olacağız!
Nazimi Açıkgöz
Not: Bu yazı “http://nazimiacikgoz.wordpress.com/” portalında yayınlanan “SELÜLOZİK ETANOL ÜRETİMİ DÜNYA EKONOMİSİNE BİR KATKI SAĞLAYABİLECEK Mİ!” analizinden özetlenmiştir.
[1] Açıkgöz Nazimi, 2013: http://blog.milliyet.com.tr/ab-de-biyoyakitlar-konusunda-u-donusu/Blog/?BlogNo=429337
[2] ILUC: Indirect land-use change – arazi kullanımındaki değişikliğin dolaylı etkisi
[3] http://www.yesilekonomi.com/surdurulebilirlik/thy-copten-jet-yakiti-ureten-sirket-ile-gorusmelere-basladi