İktidarın Temelleri – I
Ünlü matematikçi John Nash’in şizoid hayat hikâyesini anlatan Akıl Oyunları filmini pek çoğumuz seyretmişizdir. Orada kahramanımız ürettiği hayallerin sebep olduğu paranoyalar yüzünden bambaşka bir dünyada yaşamakta gerçek ile hayal ürünü olanı ayıramamakta, kendi hayalinin mahsulü paranoyalara mahkûm bir hayat sürmektedir. Benzer bir hikâye ise kült filmler arasına şimdiden girmiş olan MATRİX’te de vardır. Birincisinde yanılgıyı; kahramanın zekâsına yetişemeyen kendi aklı yaratırken ikincisinde insanlar yaratılmış bir yanılgının daha doğrusu bir simülasyonun kurbanıdırlar.
Bu iki film bana siyaset bilimine ilişkin önemli çağrışımlar yapma imkanı verdiğinden birer örnek olarak sık sık kullanırım. Ülkemizdeki siyasi tercihlerin; klasik siyaset bilimi varsayımlarını tersyüz eden gidişatını sadece “makarna poşeti, kömür çuvalı” ile açıklamak insan zekasına ve nefsine biraz haksızlık gibi görünmektedir. Bu yüzden bugün elimden geldiğince, dilim döndüğünce siyaset bilimi kuramlarını çöpe atan bu durumu başka faktörlerin de ele alındığı bir çerçevede analiz etmek istiyorum.
İktidar Teorisi
Bertrand De Jouvenel; siyaset bilimi şaheseri “İktidarın Temelleri[1]” adlı eserinde, iktidarın nasıl kurulup geliştiğini, kökleştiğini, zamanla nasıl soysuzlaştığını ve çöktüğünü ele alırken devleti Minotor’a benzetmekte, insanlar ile devlet arasındaki ilişkiyi korku ve güven kavramı ile açıklamaktadır. Bu çıkarsamayı referans aldığımızda, Maslow’un o meşhur hiyerarşik sınıflamasına[2] göre ihtiyaçlar içerisinde ilk sıralarda yer alan güven yokluğundan doğan korkuya teslim olmuş insanların, hiyerarşinin en üstünde bulunan başarı ve erdemle ilgili davranışlar sergileyememesi oldukça tutarlı bir durumdur.
Minotor’un devleti sembolize ettiği kavramsallaştırmada, özellikle devletlerarası ilişkilerle ortaya çıkan dış güvenlik tehdidinin yarattığı korku vatandaşı her gün bir adım daha devletin kuşatmasına ve insafına terk etmektedir. Jouvenel’in izahı Hobbes’un Toplumsal Sözleşme’sini çağrıştırsa da günümüzün tecrübeleri tespitin doğruluğunu ortaya koymaktadır. Gördüğümüz kadarıyla tehlike karşısında insan, içgüdüsel olarak güçlü olana teslim olmakta, güvenliği karşısında her şeyini feda edebilmektedir.
Ortaçağ, güçlü feodallerin ve krallıkların birer imparatorluğa dönüşmesine sahne olurken gerçekleşen savaşlar her daim insanların iktidarlar tarafından daha fazla külfetlere maruz bırakılmasının gerçekleştiği bir çağdır. Bu yönüyle iktidar/devlet insan kanı ile beslenen bir canavardan farksızdır.
Soğuk Savaş ve İktidarın El Değiştirmesi
İnsanlığın modern yüzyılı diye ifade edilen 20. yüzyıl da bu yönüyle ortaçağdan farksızdır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda ortaya çıkan Soğuk Savaşla kurulan “dehşet dengesi” iktidar kavramını global ve ulusal iktidarlar şeklinde iki yönlü olarak insanlığın üzerinde bir yüke dönüştürmüştür.
Bu dönemde ülkeler; ABD ve Sovyetlerin küresel paylaşımının birer kurbanı olarak ortaya çıkan iki kutuptan birine sığınmak zorunda bırakılmış, dünya bu iki süper güç arasında bir anlamda parsellenmiştir. 1947’den itibaren İngiltere’nin güneşinin batmaya başlaması ile İngiltere’nin çekildiği tüm coğrafyalarda koruyuculuğu ABD üstlenmiştir. Truman Doktrini ve Marshall Yardımı gibi stratejik adımların da etkisiyle bu tarihlerde dünyayı yöneten güç hızla el değiştirmiştir. NATO sistemi ise bunu bir yandan genişletirken bir yandan da kendi demokratik sistemi içinde meşrulaştırmıştır.
Bu yüzyılda iktidar, geçmişten biraz farklı olarak hem küresel ölçekte hem de ulusal ölçekte olmak üzere iki değişik şekilde biçimlenmiş ancak her ikisinde de baskın öge küresel aktörlerdir. Önce küresel iktidarın oluşumuna kısaca değinmek gerekir. Çünkü bu yüzyılda ulusal iktidarlara şeklini veren ana unsur söylediğimiz gibi küresel hakimiyetin sembolü olan devletler ve bu devletlerin de içinde iktidarı elinde tutan birbirinden farklı ancak birlikte hareket eden aktörlerdir.
NATO’nun ortaya çıkmasıyla batı siyasal sistemi, Sovyetler karşısında bir güvenlik sistemine kavuşmuş, batı ile hareket eden ülkeler NATO şemsiyesi altına alınırken, bu ülkeler bir nevi ABD vesayeti altında Jouvenel’in bahsettiği güvenliklerine kavuşmuştur. Modern çağın Minotor’u olarak ABD, gerek bu koruyuculuğunun bedeli olarak gerekse Sovyetlerle olan mücadelesinin maliyeti olarak şemsiyesine aldığı ülkelerin hem siyasal sistemlerine müdahale etmiş hem de bu ülkelerin ekonomik kaynaklarının kontrolünü elde tutmaya çalışmıştır.
ABD’nin bu dayatmasının bir sonucu olarak 1950’lerden itibaren başta Türkiye olmak üzere batı sistemine dâhil olan ülkelerde siyasal iktidarın biçimi, ABD ile yürütülen ilişkilerle belirlenmiştir. Özellikle komünizm karşıtlığı bu ülkelerdeki iktidarların temel özelliği iken iktidarların dayanağı olan ABD, bu ülkelerde askeri güvenliği ve ekonomik tercihleri için en uygun bulduğu faaliyetleri rahatlıkla yerine getirebilmiştir. Bu ilişki içerisinde çizginin dışına çıkanların hizaya getirilmesi hatta Adnan Menderes örneğinde olduğu gibi temizlenmesi mutad işlerden olmuştur.
Mesela, ülkemizdeki İncirlik Askeri Üssü, Jüpiter Füzeleri, sayısı bilinmeyen nükleer bomba (80 civarında olduğu telaffuz ediliyor), Rusya ile ABD’yi savaşın eşiğine getiren U2’ler, NATO’nun ihtiyaçlarına göre oluşturulan Ege Ordusu bu tercihin yarattığı uygulamalardan sadece bir kaçıdır. Bu ilişki içerisinde Türkiye yönetilmenin yanında “etinden, sütünden faydalanılan” bir kurbanı temsil ederken ABD, Sovyetleri öne sürerek iktidarını sürekli pekiştiren Minotor’dur. Bu “Ölüyü gösterip sıtmaya razı etme” denen taktiktir. Ancak sıtmanın zayıf bünyelerde ölümcül olduğu da gözden kaçmamalıdır.
Bütün bunlar olurken ABD seyahatleriyle icazet alanlar sırayla başbakan olmuş, vatandaş fukaralık kuyruklarında ömür tüketmiş, ülkenin genç dimağları yaratılan ideolojik kavga ortamında birbirini boğazlamış, ülkeye huzuru ve barışı getirmek ne hikmetse ABD’nin çocuklarına nasip olmuştur.
Devletler arasındaki iktidar ilişkisi ABD-Türkiye örneğinde olduğu gibi bu şekilde cereyan ederken devleti temsil eden iktidarlar ile vatandaş arasındaki ilişki klasik seçme – seçilme rekabeti (nam-ı diğer demokrasi) ile gerçekleşmektedir. Ülkemizde asıl masaya yatırılması gereken bu sürecin ne şekilde işletildiği, süreç işlerken seçme eylemini ve seçim sonucunu etkileyecek ne gibi iç ve dış faktörlerin devreye sokulduğudur.
Siyasal İktidarın Kökleri
Türkiye’de 1945 öncesi dönem devleti de kurmuş olan tek partinin yönetim dönemi olduğu için bu dönemde iktidar kavramı daha ziyade kurucu ideolojinin toplumsal zemine yerleştirilmesi, yukarda şekil verilen jakoben siyasaların merkezden taşraya aktarılması ile ilgilidir. Bu dönem için iktidar demek kurucu ideolojinin seçkinci kesimlerin malı olmaktan kurtarılıp geniş halk kesimlerine kabul ettirilmesi demekti. Ancak 1950 Menderes Hükümeti ile başlayan çok partili dönemde iktidar, bir yandan öteki/ler ile bir yarışı ifade ederken bir yandan da ortaya konan siyasal tercihlerin topluma benimsetilmesini içerir.
1950’ye kadar olan dönemde yapılmaya çalışılan hakiki manada muktedir olabilme, halkın iyiliği için yukardan tasarlanan doğrulara gerek öğretip anlatıp ikna ederek gerekse zorlayarak halkça kabulünü sağlama çabasıdır. 1950 sonrası ise karşıdakinin tezinin aksine bir antitez ileri sürerek halkın kendisini tercih etmeye ikna edilmesiyle yaşanan bir çekişme dönemidir.
İktidar Stratejisi / Minotor’un Doğuşu
İktidar olma ve iktidara gelme, gelince de bu iktidarı sürdürebilme hiç kuşkusuz ki büyük bir strateji ile mümkündür. Hiçbir zaman iktidarlar bir tesadüfün eseri değildir. Arızi durumlar söz konusu olmuşsa da hayatın olağan seyrine girmesiyle süreç de bu aksamayı giderir. Her strateji belirli bileşenlerden oluşur. Askeri terminolojide ve yönetim biliminde her bir bileşene taktik adı verilmektedir. İktidarı hedefleyenler de kendilerini başarıya götürecek araçları amaçları doğrultusunda sonucu elde edecek şekilde kullanabilecekleri stratejiler geliştirirler. Şimdi kısa izahlarla da olsa bu araçlara ve bunların hangi taktiklerle bir stratejinin parçası olarak kullanıldıklarına bakarak iktidara sahip olma ve bunu sürdürebilme stratejisine göz atalım.
[1] Merak edenlere Nejat Muallimoğlu’nun leziz Türkçesi ile dilimize kazandırdığı çeviriyi özellikle tavsiye ederim. Minotor, yarı insan yarı boğa olup insan eti ile beslenen bir canavardır. İnsan kanı içtikçe güçlenen Minotor’un hayatı insan yiyebilmesine bağlıdır. Bu bakımdan devletin insan yiyen bir canavara benzetilmesi oldukça yerinde görünmektedir.
[2] İhtiyaçlar hiyerarşisi kavramını geliştiren Maslow’a göre insan ihtiyaçları beş kategoriden oluşmaktadır. Bunların en başında açlık, susuzluk gibi biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçların güdülediği içgüdüsel ihtiyaçlar gelmektedir. Hiyerarşinin en üstünde ise başarmak, erdem gibi daha soyut idealleri ifade eden ihtiyaçlar vardır. Maslow’a göre bir alttaki ihtiyacını gideremeyen insan hiçbir zaman üstteki ihtiyaca ilişkin adım atamayacaktır. Bu bakımdan beslenme, barınma, güven gibi ilk sıralarda yer alan ihtiyaçları gideremeyen biri hayatta çok başarılı olmakla ilgili idealleri için çok fazla bir şey yapamaz.
Rocfeller ve Rockshilds ailelerini incelediğiniz zaman şunu anluyorsunuz
Devletler, seçimler, demokras sadece laf salatasıdır ve ülke liderleri birer seçilmiş değil bu iki ailenin atadığı zavallı kuklalardır
Bunu anladığınızda şu 4 yılda bir yapılan seçimler o kadar uyduruk geliyor ki :>
Nisan 2nd, 2010 at 16:07