İktidarın Temelleri – II
Dinsiz CHP ve Laiklik
Türkiye’de CHP her zaman için Avrupai bir modernleşme çabası gütmüşken onun karşısında yer alan sağ siyasi gelenek, dini değerleri daha fazla öne çıkaran, çok zaman da CHP’yi dinsizlikle/gâvurlukla itham eden bir çehreye sahiptir. İlginç olan ise toplumla diyalogunda dinsel temaları öne çıkaran sağ kesim Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapma iddiası güderken, Gâvur CHP’nin dinsel kavramların siyasette kullanılmasında daha dürüst davranması ve ulus-devlet çerçevesinde daha bağımsızlıkçı bir görünüm sergilemesidir. Sonuç itibarıyla CHP doğulu iken “Demokrat Parti Geleneği” diyebileceğimiz sağ kesim büyük ölçüde Amerikancı batılıdır.
Ülkemizin jakoben siyasetçisinin çok zaman görmekte (görse de anlamakta) zorlandığı bir gerçek vardır. O da bu ülkenin kahir ekseriyetinin dini değerlere sanılandan fazla değer verdiğidir. Bu toplumun insanı din konusunda akli davranmaktan ziyade duygusal hareket eder. Bu sebepten dine ilişkin kavramların geçtiği ifade ve propagandalar vatandaşı çok zaman reddedemeyeceği bir yerinden yakalar.
Türkiye’deki sağ iktidarların cebinde, dini metinlerle bezenmiş bir siyasal reçete her zaman bulunmuştur. Bir de CHP’nin içindeki kimi kliklerin yanlışlıklar içeren mezhepçi tutumları ve 1940’ların zor koşullarında camilerle ilgili yanlış uygulamalar, CHP’nin sırtında kamburlar yaratmıştır. Özellikle CHP içindeki Alevi kesimlerin, CHP yoluyla devleti, laiklik adı altında dine ve dini yaşama karşı bir baskı unsuru olarak kullanmış olmaları sağ kesimin gerek siyasi literatüründe gerekse dinsel edebiyatında en çok işlenen konulardan birisidir. Bütün bunlar ülkemizde çekirdekten yetişme bir CHP düşmanı kitle yaratmakta, fısıltı gazetesinin de etkisiyle CHP’nin dinsizliği sağ siyasetin elinde vazgeçilmez bir silah halini almaktadır.
Aslında sağ kesimin, laiklik karşısındaki duruşunu CHP üzerinden meşrulaştırmaya çalıştığı görülmektedir. Sağ ideolojiler laikliğe pek ısınamamışlardır. Bunu doğrudan dile getirmektense CHP’ye yüklenerek laikliğe dolaylı muhalefet yöntemi tercih edilmekte, bu konuda “Devlet-CHP özdeşliği” yaratılarak amaca ulaşılmaya çalışılmaktadır.
Kutuplaşma ve Ötekileştirme
Ülkemizin sağ geleneği; karşıdakinin hataları üzerinden topyekûn bir kötüleyici imaj yaratarak kendisini iyi olarak sunma tekniğini kullanmakta oldukça hünerlidir. Burada belirgin bir şekilde ötekileştirme söz konusudur. Sempatizanlar ötekileştirilenlerin kötü olduğuna ikna edilmiş, insanların doğrudan duygusal tepkilerle hareket etmesi sağlanmıştır. Necmettin Erbakan’ın çok bilinen, “Onlar patates dininden” yakıştırması, şu anki başbakanın “Biz ve bizden öncekiler” şeklindeki kategorize edici yaklaşımları bunun belirgin örnekleridir.
Mesela CHP’nin önemli hatalarından olan Ezan konusu bu etkiyi yaratmakta her dönem kullanılan bir silahtır. Buna bizim insanımızın kraldan kralcı duruşu eklenince aklanmak mümkün olmamaktadır. Günümüz CHP’si için de aynı şey geçerlidir. Bugün de insanların CHP hakkında oluşturulmuş imajların yarattığı tepkilerle hareket ettiği görülmektedir. 29 Mart 2009’da yapılan Yerel Seçimler sırasında Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı ve Başkan Adayı İ. Melih Gökçek’in “Beni seçmezseniz SOL/Karayalçın gelir[1]” propagandası tam da bu altyapının kullanılma çabasıdır. Sonuçta etkili de olmaktadır. Yine şu günlerde şiddetli tartışmalar yaratan “Anayasa Değişikliğine İlişkin Taslak” da benzer bir tercihe konu olacak gibidir. Çünkü insanlar, daha taslağın içeriği ile ilgili olarak tek satır okumamışken; “CHP, Anayasa Mahkemesi’ne gidiyorsa değişiklik taslağı iyidir, ben referandumda evet oyu veririm” demektedirler.
Bütün bunlar da açıkça gösteriyor ki CHP hakkında yaratılmış imaj, vatandaş için çok önemli bir referans teşkil etmektedir. Burada kesin bir “ideolojik polarizasyon” vardır. Bu, ideolojilerin tarihin çöplüğüne gittiği bir dönemde şaşırtıcı bir paradokstur. Bir yandan toplum aşırı şekilde kutuplaştırılırken diğer yandan dinsel mesajların arkasında iktidar, her yaptığına meşruiyet kazandırmaktadır. Çünkü “sen-ben” tartışmasına tutuşan bireyler ve toplum kesimleri “benden” dediği ideolojinin temsilcilerini sorgulama gereği duymamaktadır. Bunun iktidara sağladığı en büyük fayda, kahir ekseriyeti oluşturan dindar kesimin (dini duygularıyla hareket eden manasında anlamak şu an için daha yerindedir), iktidarı dünyevi işlerinden dolayı sorgulamaya gereksinim duymamasıdır.
Alır Yerine Vurmak / Damardan Girmek
Çocukluğumuzda aile büyüklerimiz bizi sıklıkla tembihlerdi; “Aman ha! Kimseyle kavga etmeyin, edecek olursanız da alır yerine vurmayın!”. Bir insanın alır yeri neresi derseniz verilecek cevap o kişiyi öldürebilecek ya da ona büyük zarar verebilecek hassas yerleri olur. Özellikle kafasının belli bölgeleri, omurilik soğanı, kalbi, gözü, belden aşağı kısımları bir insanın alır yerlerinin en başından gelir. Eğer ki bir kişinin bu gibi yerlerine vurursanız onu büyük ihtimalle nakavt eder, devre dışı bırakırsınız.
Bu kavram düşmana hasar vermekle ilgili üretilmiş bir kavram olsa da siyasette siyasetçilerin hem rakiplerini saf dışı bırakmasında hem de kendi seçmeninin gören gözlerini kör etmekte kullanılmaktadır. Rakibinin alır yerine vurmakla ilgili en sık görülen siyasi davranış genelde son anda, rakibe karşı belden aşağı yapılan bir hamledir ve çok zaman da kesin sonuç verir.
Siyasetçilerin kendi taraftarlarının alır yerine vurması ise onların bilincini kör etmeye yönelik davranışlardır. Amiyane tabirle söylemek gerekirse; “Damardan girmek” olarak bilinen sözler ve eylemler, siyasetçilerin kendi taraftarlarının alır yerlerine yaptıkları hamlelerdir. Siyasetçiler bu hamleleri ile bir anlamda kitlelerin dimağlarını avuçlarına alır, onları başka yönlere hareket edebilmek konusunda yeteneksiz bırakırlar. Bunun için de hedef kişi ya da kişilerin en hassas olduğu konular seçilir ve hamle söz konusu hassasiyet üzerinden yapılır. Bu konuda uygulamalar birbirinden farklılık gösterse de bazı dönemlerde bu taktik fazlasıyla işe yaramakta, siyasetçinin asıl maksadının anlaşılması ortam gereği daha da zorlaşabilmektedir.
Bu anlamda son dönem siyasi hayatımızda en çok öne çıkan eylem meşhur “One Minute” çıkışıdır. İsrail’in Gazze Saldırıları dolayısıyla tüm Ortadoğu’da ve genel olarak İslam Âlemi’nde kan içici bir katil olarak algılanmaya başladığı bir dönemde İsrail Cumhurbaşkanı’na çekilmiş bir rest olarak lanse edilen bu davranış dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de aylarca gurur duyulan bir tavır olmuştur. Nerdeyse Viyana’yı fethetmiş komutana ram olmuş asker sarhoşluğuna düşen vatandaş; bu duygusal-tepkisel süreçte yapılan seçimlerde objektif kriterlerden ziyade İsrail’e şamar vurmuş bir liderin cazibesiyle hükümete gözü kapalı güvenoyu vermiştir. Oysa aynı liderin Irak’ta bir milyon insanı katleden BOP’un eşbaşkanı olduğunu Türkiye’de kimse aklına dahi getirememektedir.
Hali hazırda sıklıkla tekrarlanan İsrail salvoları dini köklere mesajlar yollamakta, vatandaş zihninde; “İsrail’e kafa tutan Türkiye” imajı yaratmaktadır. Zaten yüzyılların ezikliğinin altından kalkabilmek için bir çıkış arayan vatandaşa gönderilen bu mesajlar damardan girmek diye tabir edilen durumun ta kendisidir. Bir diğer hamle ise açılımlar ve soykırım meselesi dolayısıyla toplum hafızasında canlanan kötü anıların daha da canlanmasına sebep olan “Kaçak Ermenileri geri göndeririz” çıkışıdır. Ha keza bu çıkış da diğeri ile benzer bir işlev görmektedir. Çünkü hala Ermeni kelimesini bir hakaret ve küfür olarak gören bir toplum olarak böylesi bir çıkışa duyarsız kalamayacağımız aşikârdır.
Gerek İsrail gerekse Ermeniler konusundaki mesajlar, direkt vatandaşın alır yerine yapılmış nokta atışlardır. Her iki durumda da benzer duygulardan beslenen öfke, nefret ve kin harekete geçirilirken insanların bilinçaltına “milliyetçi hatta ırkçı mesajlar” yollanmaktadır. Sonuç olarak harekete geçirilen olumsuz duyguları insanda üreten biyolojik ve psikolojik merkez, söz konusu siyasetçiler için de olumlu mesajlar üretmektedir.
Türkiye’de gözden kaçan bir şey daha vardır. O da devletlû sınıfından olanlar aleyhinde yürütülen kara propagandalardır. İnsanlar hakkında üretilen dedikoduların içerisine fısıltı gazetesi aracılığıyla “Zaten Türk de değilmiş” gibisinden korsan tebliğlerin sıkıştırıldığı sıklıkla görülmektedir. Her ne kadar siyasi arenada ulvi kavramlar öne çıksa da sağ geleneğin müritlerinin asli görevlerinden birisi de hedefe oturtulan kişinin hem dinsizliğine hem de ırkındaki karışıklığına insanların inandırılmasıdır. Bu özellikle Vakit gibi küçük ama etkili gazeteler ile cemaat hücrelerinin toplumu ikna etmekte kullandıkları en geçerli yöntemlerden birisidir.
Kesin İnançlılık / Tapınma Kültürü
İslam toplumlarının dinsel ritüelleriyle ilgili olsa gerek, “Müslüman şark toplumlarında hep birilerinin ardında saf tutma esası hâkimdir”. Camide imamın ardında safa durmanın getirdiği bir alışkanlık mıdır bilinmez ancak gerek Araplarda gerekse bizim toplumumuzda insanlar harekete geçmek, bir şeyler yapmak için illa ki ardında yürüyecekleri bir baş ararlar. “Baş olsun da isterse soğan başı olsun” mantığı lider diye benimsenenlerin de profili hakkında ipuçları veren kökleşmiş bir anlayıştır. Böylesine gelişmemiş ve de üstelik eğitim açısından son derece geri kalmış bir toplumun, tabiatı gereği biat etmek belirgin bir kültür öğesidir. Bireylerin özgüvensizliği ve kökü yüzyıllara giden ezilmişlik, toplum kesimlerinde bir siniklik ve silikliğe neden olmuştur.
İdeolojik çekişmelerin insanları sıklıkla kamplara böldüğü ülkemizde, eğitimsizliğin ve bireysel gelişmemişliğin de etkisiyle taraftarlık kavramı bir şeye taraftar olmayı da aşmakta adeta bir tapınca dönüşmektedir. Toplumsal belleğin çocuk yaşlardan itibaren gayrı resmi ellerde farklı amaçlarla şekillendirilmeye çalışılması ve yukarda saydığımız inançların aşılanması katı duvarları olan bir inanç sistemi geliştirmektedir. Bu sistem özü itibarıyla “itaat ve tabiiyet kültürü”ne dayanmaktadır. Özellikle çocuk yaşlardan itibaren dimağların farklı ellerde ve farklı amaçlarla şekillendirilmesi belli bir aşamadan sonra artık geri dönülmesi imkânsız gelişmeler yaratmaktadır. Özellikle cemaat kültürünün hakim olduğu kesimlerde kişinin ehlileştirilmesi süreci adeta bir “beyin yıkama” şeklinde gerçekleştirildiği için sürecin devamında geri dönülmez bir kesin inançlılık ortaya çıkmaktadır.
Geleneksel “el öpme” adetinin bireylerin tüm hayatını da kuşattığını gözettiğimizde “kesin inançlılık, biat ve tapınma kültürü” karşımıza trajik gerçekler olarak çıkmaktadır. Özellikle niteliksiz eğitim ve bireysel geri kalmışlık, insanları, kendisini birilerinin dergâhına kapılanarak ifade etmeye yönlendirmektedir. İnsanların kendini ifade ediş biçimi bir başkası ile olan yakınlığı ve ilişkisine (Filanca kişi falancam olur) göre olunca özgür birey kavramının gereklilikleri havada kalmakta, toplum iradesi sınırlı sayıdaki iradenin tekelinde biçimlenmektedir. Oysa bu süreçte falanca filanca denen kişiler hep hayatımızın merkezine otururken geride ben/birey diye bir şey kalmamaktadır.
Geri kalmış ve eğitimsiz bir toplum olmamız kişilerde önemli bir kimlik ve kendini tanımlama sorunu yaratmaktadır. Bu da nihayetinde bireylerin itaat ve tabiiyetleri karşılığında kendini birileri ile özdeşleştirmesini getirmektedir. Birisi olmak yerine birisine tabi olmanın daha çok önemsendiği bir toplumda “Vur de vuralım öl de ölelim” sloganının ne anlama geldiği bu çerçevede daha da belirginleşmektedir.
“Öküzün dünyası gördüğü yer kadardır” diye bir söz vardır. Dünyayı tek ve sabit bir pencereden gören insanların görebileceği düşünebileceği şeyler de sınırlıdır. Toplumun geneline yayılmış olan sabit fikirlilik ancak bu şekilde açıklanabilir. Son yıllarda olaylara “At gözlüğü ile bakma” konusunda eğitimli kesimlerin daha da öne geçmiş olması ise ülkemizin eğitim sistemine hâkim olmaya başlayan cemaat kültürü ile açıklanabilecek bir durumdur. Çünkü sıkı denetimli cemaat hücrelerinde bağımsız ve tarafsız bir eğitim almanın ve bu yönde bir gelişim göstermenin imkansız olduğu bilinmektedir.
Sonuçta kuşatılmış insanlardan oluşan bir toplumda karar vermek bireylerin değil kuşatanların işidir. Günümüz siyasi ve ideolojik tartışmalarında da gözlemlenen budur.
Linç Kültürü ve Kitle Psikolojisi
Bireysel girişkenliği olmayan ve hayata bakışına öfke hakim olan Türk toplumu olaylar karşısında genellikle tepkisiz/pasif kalırken öne çıkan birinin tepki biçimine kolaylıkla kendisini kaptırabilmektedir. Çevremizde ve televizyonlarda sık sık onlarca insanın, suçuna bakmaksızın hınçla birilerine saldırdığını görmekteyiz. Suçlanan kişinin neyle suçlandığına bakmaksızın sırf başkaları da yapıyor diye ve dedikodulardan hareketle insanlar aynı hedefe kanalize olabilmektedirler. Başka toplumlarda bu özellik ne derece yaygındır bilmiyorum ancak ülkemiz insanında bir linç kültürünün olduğu kaçınılmaz bir gerçektir. Bunu besleyen en önemli faktör ise insanların gerçeği sorgulamadan sağında solunda üretilen dedikoduların gazına gelerek karar vermesi ve buna göre hareket etmesidir. Ruh sağlığı yerinde olmayan bireylerden kurulu öfkeli bir toplum olmamız ise bunu besleyen bir diğer önemli faktördür.
Linç kültürü ile örtüşen bir diğer davranış ise kitle psikolojisi olarak tanımlanan durumdur. Klasik mahalle baskısı kavramıyla da kesişen bir durum olan bu olgu özellikle provokasyonların ülkemizde neden başarılı olduğunu da açıklayabilmektedir. Sosyo-psikolojide “Sürü Psikolojisi” olarak da adlandırılan bu duruma göre insanlar; doğrunun kendisinden ziyade başkasının tercihine itibar etmekte, kendi tercihini başkalarının tercihleriyle uyumlaştırma yoluna gitmektedir. Burada bireyi asıl güdüleyen şey aykırı olmama çabasıdır.
Krizler, Korku, İstikrar ve Sadaka Ekonomisi
Türkiye’deki üçüncü milenyuma kısa aralıklarla birbirini takip eden “28 Şubat Post Modern Darbesi, 1997/1998 Asya Finans Krizi, 1999 Marmara Depremleri” ile girmiştir. Yaşanan bunca sıkıntı ve yıkım milenyuma ilişkin kliastik dedikodularla birleşince kafası karışık bir toplum haline geldik. Milenyum yılının yaz aylarında sallanmaya başlayan Türkiye ekonomisi Kasım 2000’de içinden çıkılmaz bir duruma düşmüştür. Daha sonra patlak veren Şubat 2001 Ekonomik Krizi toplum üzerinde yıkıcı bir etki yaratmıştır. Sonrasında Kemal Derviş’le başlayan siyasi sancılar vatandaşta önemli ölçüde bir bıkkınlık yaratmıştır. Toplum artık bu kasvetli ortamdan kurtulmayı arzularken “11 Eylül 2001 Olayları” hafızalarımızı silici bir etkiyle karşımıza çıktı.
Artık bıkkınlığı ve yılgınlığı doruğa çıkmış olan halk Kasım 2002 Seçimlerinde 2000 öncesi siyasi partilerin hepsine, bütün olanların hesabını sorarcasına “yeter artık” diyerek o dönemde önemli bir küresel destekle ortaya çıkan AKP’ye güçlü bir desteği sundu.
Toplumun AKP’ye kesintisiz desteğini sağlayan en önemli şey hiç kuşkusuz ki 2001 Ekonomik Krizi’nin vatandaşın gündelik hayatında yarattığı açlık ve sefalet tehlikesidir. Böylesi dehşetli bir korkuyu yaşayan vatandaş, devam eden süreçlerde küresel desteği olduğu için bir krize feda edilmeyeceği düşünülen AKP’yi desteklemeyi en akıllıca iş olarak görmüştür.
Bu olgunun çok iyi bir şekilde farkında olan AKP yönetimi de daha sonraki bütün seçimlerde stratejisini “İstikrar” kavramı üzerine oturtmuştur. Özellikle “Biz gidersek kriz gelir” mesajı toplumda kesin bir etki yaratmıştır. Bunu bilen AKP yönetimi ve onu destekleyen cenahlar sürekli halkın korkularını canlı tutmaya çalışmışlardır.
Krizlerin insan yaşamında şok edici ve kalıcı etkileri vardır. Türk toplumu ekonomik krizlerle 1990’larda tanışmıştır. Ancak 1876’dan beri savaşlar, yıkımlar, göçler ve diğer sosyal/siyasi/ekonomik olayların getirdiği yoklukların hatırası Türk toplumun bilinçaltının en derinlerine yerleşmiştir. Yakın zamanda da dış faktörlere dayalı yıkıcı bir krizin yaşaması Türk toplumunun “Keynesyen Endişe” ile hareket etmesine neden olmaktadır. İnsanlar, “Korkulu düş görmektense uyanık kalmayı yeğlemekte” uluslar arası destek alan iktidara, korkularından vareste olmak adına açık çek vermektedir[2].
Bir yandan korkular diğer yandan küresel destek sayesinde yıkılmazmış gibi duran AKP iktidarı vatandaşı güçlü olanın yanında olma konusunda ikna etmektedir. Vatandaş hissettiği güven duygusunun yarattığı gevşeme ile sorgulamaktansa “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” demeyi tercih etmektedir.
Korkularla terbiye edilmiş iradelerin “noter kıvamında katkı sağladığı bir demokrasi” maalesef ki vesayet altındadır. Ancak demokrasi kavramının, “emme basma tulumba misali hareket eden” kelle sayısına indirgendiği bir siyasi yapılanmada hiç kimse körlüğünü görme yeteneğine sahip olamaz. Çünkü bireyler, demokrasiyi sadece seçim sandığında oy kullanmak olarak algılayınca hayatın geri kalanındaki siliklik ve siniklik demokrasi ve demokratik tavır kelimelerinin yanında herhangi bir anlam kazanmamaktadır.
Çuvala Giren Demokrasi
Her ne kadar çuval kelimesi milli vicdanımızda derin yaraların sembolü olsa da körelen şuursuz vicdanlarda demokrasiyi çağrıştıran etkilere yol açmaktadır.
Dinsel bir vecibe olan sadaka artık dini ve sosyal rolünden çıkarılıp devletin bir işlevi haline getirilmiştir. Sadaka var olanın olmayanı gözetmesi, varlıklı kesimler için bir sosyal sorumluluk iken artık bildiğimiz manadaki sadaka ortadan kalkmıştır. İktidarlar sadakaya muhtaç hale getirdiği kesimleri küçültücü yöntemlerle sübvanse etmekte bu yolla da önemli bir kitlesel desteğe kavuşmaktadırlar. Günümüzde toplumda azımsanmayacak sayıda insan, sosyal devletin bir gereği olan sosyal yardımların mutasyona uğramış bir şekli olan “devlet sadakaları” ile yaşamını idame ettirmektedir. Artık herkesin malumu olan “kömür çuvalları, makarna poşetleri” ne yazık ki krizlerle açlık sınırına getirilmiş insanların kaderi haline getirilmiştir. Öte yandan bu ortamı yaratanlar, devletin kesesinden, kayda değer bir seçicilikle yaptıkları bu yardımları propaganda malzemesi olarak kullanmaktadırlar.
Özellikle seçim dönemlerinde sahneye çıkan kömür çuvalları, makarna vs. poşetleri insan olmanın erdemini ayaklar altına alırcasına, bir hizmet olarak lanse edilmektedir. Hâlbuki insanların bu yokluğa ve çaresizliğe nasıl düşürüldüğünün sorgulanması gerekirken, yapılanların birer hizmet olduğundan dem vurulmaktadır. Bu arada dünya ekonomi tarihinin en büyük krizi yaşanırken, kriz birilerini teğet geçmiş, “sadaka ekonomisi” ile gününü kurtarmak ise Türkiye’nin kaderi haline gelmiştir.
Devletin sadakaları ile bedavadan geçinen bir avare tabakasının da ortaya çıkmakta olduğu görülmektedir. İlkel yaşam koşullarını kader olarak sineye çeken pek çok insan kıt kanaat yaşamaya razı gelirken bir yandan da toplumun üst sınıflarında ayrı bir avare tabakası oluşmaktadır. Aykırı iktisatçı Thorstein Veblen’in “Avare Sınıflar” dediği, aslında üretmeyen ama üretilen toplam gelirin önemli bir kısmını cebine atan kesimler maalesef ki son 8 yılda kat kat artmıştır. Bunun sonucunda toplumun geniş bir kitlesi ekonominin iş gücü yükünü üstlenirken en altta ve en üstte birbirine zıt yerlerde iki aylak sınıf bedavadan geçinmektedir.
Yargı ve Ordu Üzerinden Siyaset
İktidarın bir diğer taktiği de imajı zedelenmiş kurumlarla didişmenin vatandaşta yarattığı memnuniyeti beslemektir. Özellikle yargının vatandaş nezdindeki imajı eskiden beri çok kötüdür. Yargı müessesesinin azizliğine uğramamış vatandaşın neredeyse olmadığı bir ülkede yargıyı hedef alan çatışmalar vatandaşta bir öç hissine de neden olmakta zımni bir memnuniyet oluşmaktadır. Yine üst düzey bürokratlara ilişkin olumsuz intibalar, iktidara haksızlıkla mücadele eden dürüstlük taraftarı bir iktidar imajı kazandırmaktadır.
İktidarın vatandaşı avlamak için şu an kullandığı en önemli yem, ordu-siyaset çekişmesidir. Her Türk asker doğar. Ancak maalesef ki her Türk askerden tokat yer gelir. Özellikle üniforma hastalığı olan ailelerin vasıfsız çocuklarınca sırta geçirilen apoletli üniformalar onlarda “Küçük dağları ben yarattım” havası yaratmaktadır. Büyük kısmı üstün nitelikli ve seçme insanlardan oluşan komuta kademesine karşın asker ocağı içerisinde her Mehmet’in karşısına mutlaka asker olma vasfından mahrum rütbeli birisi çıkmıştır. Böyle olmasa, tezkeresini alan bir askere ilk sorulan soru; “Doğru söyle tokat yedin mi yemedin mi?” olmaz. Özellikle astsubaylar ve uzman çavuşlar içerisinde er ve erbaşlara karşı kötü muamele etmeyen yok gibidir. Sonuçta bütün kutsallığına rağmen asker ocağı her Türk ferdinin bilinçaltında “Yenen tokadın öcünün ahirete bırakıldığı” yerdir.
Sonuç olarak askerlik hemen herkesin kutsal saydığı bir görevken bu mesleğin kalıcı erbapları hiç de hoş olmayan bir imaja sahiptir. İşte son yıllarda yaşanan soruşturma süreci de Türk toplumunun bilinçaltındaki bu öç arzusunun okşanmasından başka bir şey değildir. Tabii ki bunun asıl sebebi çok başkadır. Fakat bu operasyon içerdiği bütün çarpıklıklara rağmen askerdeyken tokat yemiş her Türk’te ayrı bir keyif yaratmaktadır.
Ayrıca askere bile gerektiğinde posta koyabilen, onun hakkında gerekeni yapan iktidar imajı vatandaşın iktidara olduğundan daha fazla bir güç izafe etmesini sağlamaktadır. Krizler ve yokluktan doğan olumsuz vehimlerin ürküttüğü vatandaş, bu noktada da iktidarın yıkılmazlığına vehmetmekte, onun gücünün gölgesinde kalmayı hayati bir mesele olarak görmektedir.
Bunu çok iyi bilmekte olan iktidar ile ona pas atan cemaat ve kimi bürokratik kesimler ordu ile yaşanan çekişmeyi mümkün olduğunca çatallandırmayı tercih etmektedir. Yaşananlara şöyle bir göz attığımızda henüz hakkında iddianame bile hazırlanmamış onlarca kurmay subay “Malta Sürgünleri” misali tutuklu bulunmaktadır. Bu tutuklama ve sorgulamalar öyle bir hal almıştır ki maazallah bir savaşa girecek olsak ordunun birçok birliğine kıdemli er ve erbaşlar komuta etmek zorunda kalacak.
Ilımlı İslam Projesi (BOP) ve cemaatlere muhalefet eden herkesin bir şekilde Ergenekoncu ilan edilerek bir açık hava hapishanesine dönüştürülen Türkiye’de, insanın içinden o güzelim türküyü ister istemez yeni bir nakaratla söylemek geçiyor;
Gözüm sen Ergenekon’un neresindensin?
Feodal Dayanışma
Daha Kuva-i Milliye’den beri Türkiye’de devlet, birkaç önemli sacayağı üzerinde yükselmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ittifak yaptığı önemli güçlerden birisi de “eskiden eşraf olarak adlandırılan gerçekte ise feodal ağalar” olan yerel güçlerdir. Bu gelenek başta “Kuruluş Dönemi” olmak üzere her zaman için Türk siyasetinin baskın karakterlerinden birisi ve kimsenin de üstüne gitmediği yüz karası bir durumdur. Her iktidara gelen mutlaka sırtını bir şekilde bu ilkel oluşuma sırtını vermiş, hiç birisi bunu yadsımamıştır. Bu her daim bir meşruiyet aracı olmuştur. Ankara, taşrada meşruiyet elde edip gücünü ve varlığını taşraya yayarken eşraf da sırtını Ankara’ya vermiş olmanın rahatlığıyla gücüne güç katmış, deyim yerindeyse kendi çöplüğünde istediği gibi ötmüştür.
Çukurova, Ege Bölgesi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi gibi toprağa dayalı yaşam biçiminin ön plana çıktığı yerlerde bu sosyal düzen daha güçlüdür. İktidarlar bu bölgelerdeki feodal ağalarla işbirliği yaparak, “marabaların ağalarla olan yanaşmalık” ilişkisinden istifade etmişlerdir. Bu yönüyle Türk demokrasisi bir “Patron – Yanaşma Demokrasisi”dir[3].
Bu gelenek günümüz iktidarında da güçlenerek devam etmektedir. Özellikle Güneydoğu Anadolu kökenli milletvekillerinin büyük kısmı çeşitli aşiretlerin lideri ya da önde gelenidir. Bu seçicilik her iktidara olduğu gibi bu iktidara da feodalizmin genel geçerine uygun olarak önemli bir demokratik destek (!) sağlamaktadır.
Sonuçlar
Bütün bu olanları üst üste koyunca ortaya müthiş heyecanlı bir macera filmi çıkıyor. Her şeyi unutturan, zamanın nasıl geçtiğini fark etmediğimiz, bırakın dün ne olduğunu bugün ne yediğimizi bile hatırlamamıza engel olan bir heyecan fırtınası yaşamaktayız. Türkiye’de son 7–8 yıldır yapılan tartışmaları ve son iki yıldır yürütülen soruşturmaları göz önüne alınca her bir şok gündemin zihnimizi biraz daha körelttiğini görmekteyiz.
Görülen o ki Türkiye’nin son 7–8 yılı algı yanılmalarına neden olan simülasyonlarla örülü kocaman bir MATRİX’ten başka bir şey değildir. Zaten AKP’nin de her şeyi, hatta tarihi 2002 yılında başlatma ısrarı Türkiye’nin 2002’den itibaren aslında hiç var olmayan bir gerçeği yaşadığını göstermektedir. Bu illüzyonu derinleştiren bir faktöre de değinmeden geçemeyeceğim. Hiç birimizin yeterince farkında olmadığı ama hepimizi uyuşuk insanlara dönüştüren bu faktör, internet devrimi ile karşımıza çıkan sanal dünyadır. Eskiden insanlar; tepkilerini ortaya koymak ve haklarını aramak için sokağa çıkarken artık internette sanal mastürbasyonlarla deşarj olmakta, yapılan yanlışlar asla hak ettiği karşılığı bulmamaktadır. Diğer yandan insanlar; internet aracılığıyla gittikçe gündelik yaşamdan kopmakta, gerçeğin kendisinden bihaber bir hale gelirken iktidar ve onun çevresi, sokakta doğan boşluğun verdiği özgüvenle fütursuzca davranmaya devam etmektedir.
Tamamını Minotor’un kurguladığı bütün bu yanılsamalar, MATRİX ve bölünmüşlük içinde zombiler ne kadar özgürse Türk toplumu da o kadar özgürdür, zombiler demokrasiden ne anlayabiliyorsa Türk toplumu da o kadarını anlıyordur. Kapısını Minotor’un tuttuğu bu illüzyon aleminde Minotor’a “eyvallah abi” demeyecek bir babayiğide rastlamak da mümkün değildir.
[1] Bu dönemde CHP’nin adayı olan Murat Karayalçın’ın kapatılmış olan Kürtçü bölücü DTP ile işbirliği yaptığına dair yoğun bir propaganda yapılarak Karayalçın’ın imajı zedelenmek istenmiş, bunun üzerine bina edilen yarışta “Beni seçmezseniz Kürtçü Bölücü Karayalçın seçilir” mesajı verilmek istenmiştir. Ankara’daki seçimlerde gündemi; adayların ne gibi hizmetler yapacağından ziyade Karayalçın’ın böyle biri olup olmadığı konusu oluşturmuştur.
[2] Daha teferruatlı bir tartışma için; https://www.bilgiagi.net/vesayet-demokrasisi/1336/ adresindeki yazıyı tavsiye ediyorum.
[3] Bu konuda detaylı tartışmaları görmek isteyenler; https://www.bilgiagi.net/patron-yanasma-demokrasisi/649/ adresindeki yazıya bakabilirler.
Sayın Halil Dağ,
Sosyal Demokrat olmak nedense halk içinde klişeleşmiş bazı fikirler uyandırır insanların zihninde.
Sosyal Demokratsan Atatürk’ü diğerlerinden daha çok seviyorsundur,
Sosyal Demokratsan Karl Marx hayranısındır ve anarjiye eğilimin fazladır, yahut
Sosyal Demokratsan din düşmanısındır.
Ama böyle bir şey yok! Benim tanıdığım nice CHP’li insan muhafazakâr geçinen birçok kişiden çok daha düzgün ve eksiksiz namaz kılıyor mesela…
Bir de bu durumun tam aksi mevcuttur.
Sosyal Demokrat değilsen Atatürk’ü sevmiyorsundur.
Sosyal Demokrat değilsen düzene ayak uydurucam diyen bir yalakasındır.
Sosyal Demokrat değilsen yobaz, hiç bir şeyden anlamayan cahil birisindir.
Size ilk üç maddede yazdıklarım ne kadar marjinal geldiyse son üç maddede yazdıklarım da bir o kadar marjinal ve saçmasapan asılsız iddialardır işte!
(Bu konuyla ilgili yazmak istediklerimi bilahere makale şeklinde yazacağım yakında.)
Türkiye’de malumunuz sağ-sol ayrımı sadece laiklik temellidir ki burada da laikliğin her iki taraftan birisi için nasıl anlaşıldığını diğer taraf bir türlü anlamaz…
Pragmatist yanı dini inançlarını bile gölgede bırakan çoğunluğun yaşadığı bir ülke burası.
İktidara gelince birden liberalleşip demokratik açılımlara uğrar, kabak çiçeği gibi oluverirler.
Muhalefetteyken ‘biz olsak’ ile başlayan ve vaatlerle devam eden birçok hamaset edebiyatı yaparlar.
Aksi takdirde bakın bakalım ‘ben anadan babadan CHP’liyim’ diyen kaç kişi kapitalizm tarafından ezilmiştir?
Zayıflayan sosyal demokrasi ile piyasayı güçlendirmeye yönelik girişimleri ve yeni-sağ olarak adlandırılabilecek neo-liberal söylemleriyle İngiltere ve ABD arkalarına aldıkları teknolojik gücün de etkisiyle sistemde en ön sırada yerlerini almışlardır. Ve insanlarımızı medya ve internet aracığıyla etki altına alan ve bilinçaltına kendi ideolojilerini empoze eden esas onlardır.
Emin olun benim diyen sosyal demokrat bile bugün liberalizmle uzlaşacağım derken
savunduğu ideolojiyi unutur olmuştur. Yenidünya düzeninin kanunu sosyal demokratlık anlayışına tamamen ters, büyük balığın küçük balığı yediği, yaslanan ve yaslanılandan oluşan kapitalist anlayıştır. Eğer bugün iktidar sosyal demokratların olsa, onlar da eleştirdiklerinden farklı bir şey yapmayacaklardır.
‘Geleneksel “el öpme” adetinin bireylerin tüm hayatını da kuşattığını gözettiğimizde “kesin inançlılık, biat ve tapınma kültürü” karşımıza trajik gerçekler olarak çıkmaktadır…’ ile başlayan paragrafta yazdıklarınıza katiyen katılmadığımı da söylemek isterim…
‘Özellikle niteliksiz eğitim ve bireysel geri kalmışlık, insanları, kendisini birilerinin dergâhına kapılanarak ifade etmeye yönlendirmektedir…’ bunu yazarken hakikaten inanarak mı yazdınız?
Bizim kültürümüzde el öpmek tapınmak değil, hürmettir Halil Bey. Bir tür saygı gösterme şeklidir. Gocunulacak bir yanı olmadığı gibi aksine edeptir…
‘Dergaha kapanmak’ tan kastınız bir tarikata girmek ise lütfen tarikatın ne olduğunu, insanların neden bir dergaha bağlandıklarını tekrar araştırın. Sizin gibi bilgi birikimi çok olan bir bey bunu kolaylıkla idrak edecektir. Hakikat yolu olan tarikat, tasavvufun sistemleşmiş halidir ve bu yola girenler eğitimsiz, niteliksiz olduklarından değil ulaşmak istedikleri yere daha kestirmeden en az hasarla varabilmek için girerler.
İnsan tek başına bir bireydir ama kaliteli bir yaşam için tek başına birey olmak yeterli değildir. Elbette ittiba ettiği, sözüne ehemmiyet verdiği insanlar olacaktır ki doğruyu yanlışı ayırt edebilsin. Bu körü körüne itaat etmek değil, belli ölçülerde istifade etmektir.
Şu konuda size hak veriyorum, bizim insanımız hazır yemeği sever, kendi kendine organize olmayı beceremez pek. Rahatlarını bozmamak adına birilerinin güdümünde yaşamayı tercih ettikleri de doğrudur ama yazınızda hâkim olan, sizin gibi düşünmeyen insanları eğitimsiz ve cahil görüyor olmanız hiç hoş değil.
Harabat ehline hor bakmayın, sizin sandığınızın aksine hazineye malik nice viraneler olabilir!
Saygılar
Nisan 5th, 2010 at 00:39Zehra Hanım,
Evvela bu kadar uzun bir yazıyı zahmet edip okumuş olmanız bir teşekkürü hakediyor.
Ancak, kanaatimce yazıyı biraz acımasız bulmuş ve eleştirilerinizin bir kısmında kılıcı sert vurmuşsunuz. E haliyle de kan akıyor kılıç değen yerlerden.
Sosyal demokrat değilim, CHP'li hiç değilim. Önce bunu açıklayayım. Mevzu sosyal demokratların iyi yada kötü olması değil. Yazıdan gidersek, CHP'nin geçmişten gelen yanlışlarının birikimlerinin oy verdiğimiz sağ siyasete olduğundan fazla teveccüh gösterilmiş olmasına yol açtığını düşünüyorum.
Bunu bilen sağ siyaset de vatandaşın CHP'ye olan gıcığının diyelim, farkında olarak bu durumu suistimal etmekten çekinmemiştir.
El öpme adetine takmışsınız. Evet, el öpmekle büyüyen bireylerden kurulu bir toplumuz. Bizler büyüğe saygı edeptendir diyen bir toplum iken elini öptüklerimiz hikmeti kendinden menkul kabul etmişlerdir. İşin özeti budur. Bir de buradan bakarsak olaya sorun çözülür sanırım.
Dergaha kapılanmayı vurgulamışsınız:
Mahallesinde, semtinde ne kadar adam olamamış vatandaşımız varsa hangi mesleği seçer? İstisnasız hepsi polis olmak ister, asker olmak ister, dersleri birazcık iyiyse doktor avukat olmak ister. Bu nedir? Kapağı atmak lafı sanki vahiyle mi indi bize, bizim kendimizden doğdu. Benim yazıda vurguladığım ise, özellikle niteliği olmayan tiplerin kendini ifade etmek için toplum gözünde bir saygı ya da korku uyandıran yapılanmaya dayandırmaya kendini onunla tanımlamaya çalışmasıdır. 1990'ları hatırlayın: mahallenizin ne kadar serserisi varsa Ocak'lara giderdi, sonra devir değişti, biraz da anneler babalar işe el attı, cemaate gitmeye başladılar. Yani aileler evlatlarının iflah olmasını istiyordu. İşin içine bir de özellikle polis okullarında cemaatin etkisinin olduğunun anlaşılması girince iş tam bir furyaya dönüştü. Sonuçta vurgulamak istediğim şey açık ve uygulamada örneği bol.
Son söz,
Nisan 5th, 2010 at 14:39Merak buyurmayın, biz de harabattan gelmişizdir, kabuğumuz kaplumbağa misali hala sırtımızdadır.
Selam ile...