İktidar Olmak İçin, “Herkesin Partisi” Olmak Gerekiyor!
Türkiye’de “herkesin” oyuna talip olamayan ve “her kesimden” oy alamayan partilerin iktidara gelebilmelerinin (en azından meşru ve demokratik yollarla) mümkün olmadığını, bu son seçimler bir kez daha (ama bu kez açık ve net olarak) göstermiştir! 12 Haziran akşamı sandıktan çıkan siyasi tablo, başta CHP ve MHP olmak üzere, kendilerini “milletin umudu” olarak ileri süren partilerin, halkın tamamına hitap edemediklerini, sadece ve ancak “kendi yandaşları”na hitap edebildiklerini ve bunların da önemli bir kısmına ulaşamadıklarını gösteriyor…
Diğer ufak-tefek partiler bir yana, MHP ve CHP’nin durumları, ilginç bir şekilde birbirine benzer özellikler arz ediyor. Münhasıran bu iki partiyi ilgilendiren, ama yöneticilerinin (ve tabii mensuplarının da) anlamadıkları, daha doğrusu bir türlü anlamak istemedikleri gerçekler birbirinin aynı! O kadar ki, sanki bir komedi skeçi yazarının elinden çıkmış gibi, bu partilerin bazı yöneticilerine izafe edilen skandallar (hem içerikleri hem de yöntemleri bakımından) bile birbirine çok benziyor!..
Sanki, birbirlerinden kopya çeken iki öğrenciyi, çoğu zaman “yaptıkları yanlışların da aynı olması” nedeniyle yakalayan öğretmen gibi, Türk milleti de bu iki partiyi, hep birbirlerine benzer yerlerden yakalıyor!
Bu tespitlerden sonra, önce şu MHP’nin durumuna bir bakalım; ardından CHP’ye de geleceğiz…
Kendisini, Türk milliyetçilerinin ve Türk-İslam Ülkücülerinin temsilcisi olarak gören MHP, acaba bugün bu iddiasına ne kadar sahip? Bırakın tüm diğer kesimleri, temsilcisi olduğunu iddia ettiği Türk Milliyetçilerine ve Türk-İslam Ülkücülerine bile yeterince ulaşamayan ve onların oylarını alamayan MHP’de, bu durumun doğrudan sorumluları olması gereken zevât-ı nâ-muhtereme, oturmakta oldukları yönetici koltuklarından, mâbad-ı şahanelerini kaldırmayı hâlâ düşünmek istemiyorlar!
MHP üst yönetimini işgal eden zevatın, “çok özel” yandaşlarının dışında kalan Ülkücüleri “ötekileştirme” kültürünü besleyerek gelebildikleri nokta bugün açıkça ortadadır.
Bu partinin içinden yükselen bazı sözüm ona muhalefet seslerine bakacak olursak, belki birkaç istisna haricinde, onların da mental yapıları (yani temel zihniyetleri), mevcut yöneticilerden farklı değil! Dolayısı ile, muhtemel bir Kurultay’da belki yönetimdeki isimlerin değişebilme ihtimali düşünülebilir, ancak bu mental yapının değişmeyeceği anlaşılıyor.
Yaptığı hesaptan, 4 işlemi bile bilmediği ortaya çıkan birinin, karmaşık denklemleri çözme iddiası ne derece ciddi olabilirse, bugünkü MHP yöneticileri ile sözüm ona onların parti içindeki muhaliflerinin durumları da aynıdır. 4 işlemden haberi olmayan bir dünya insan, tabii sadece MHP’de değil, neredeyse tüm partilerde at oynatıyor.
Bu durumun sebebi ise, toplum olarak geleneksel yapımıza musallat olmuş bulunan, “yüksek vasıflı insan yetiştirememe” ve “hasb-el kader yetişmiş olanlara da yaşamı zindan etme” gibi bazı olumsuz dinamiklerdir.
Kısacası, Türk politika sahnesinde, şahsi hırs ve çıkar tutkusu tavan yapmış olan ve hırsları, akıl ve yeteneklerini fersah fersah aşmış bulunan kifayetsiz muhterislerin ağır işgali devam ediyor…
Başta özgürlük, insan hakları (ki, “din ve vicdan hürriyeti bu kapsamda mütalaa edilmelidir) ve demokrasi gibi “evrensel” değerler olmak üzere, insanların kendi toplumlarını ve ülkelerini sevme temeline dayalı bir sosyal, siyasi ve kültür zemini üzerinde kendi siyasi manifestolarını inşa edemeyen partiler, kendilerini, “radikal” ya da “marjinal” düzeyde kalmaya mahkum etmiş olurlar.
Uzun yıllardan beridir MHP, “Biz milliyetçiyiz, Türk-İslam Ülkücüsüyüz, vb.” ifadelerin dışında, kayda değer hiçbir yeni siyasi cümle kuramamaktadır. MHP, eğer bu şekilde devam ederse, sürekli “%10 barajının altında kalma” korkusunu yaşayacak ve zamanla iktidar alternatifi olmaktan iyice uzaklaşacak; ve nihayet kendi kendisini, “Genel Başkan ve yandaşlarının partisi” konumuna indirgeyecektir…
Önümüzdeki ayların en önemli sorusu şu olmalıdır: MHP’nin içinde ya da dışında kalmış olsun, parti yöneticilerinin sürekli olarak ötelediği, buna rağmen kendilerini hâlâ “Ülkücü” olarak gören kahir ekseriyet, acaba ne yapacak? Acaba, Ülkücüler kendi partilerine sahip çıkabilecek ve toplumun bütününü kucaklayabilecek yeni bir siyasi vizyonla, gelecekte Türk milletinin umudu haline gelebilecekler mi?
Bu konuda en küçük bir umudu olan lütfen beri gelsin!..
Gelelim CHP’ye: Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadroların mirasçısı olan CHP’de ilk ciddi yön ve üslup değişikliği, 1938’de Atatürk’ün ölümünden hemen sonra İsmet İnönü (1884-1973) döneminde ortaya çıkmıştır. Nitekim, İnönü ve arkadaşlarının gerçekleştirdikleri bu yön değişikliğinden rahatsız olanlar, DP’yi kurmak üzere bu partiden ayrılmışlar ve CHP’den umudunu kesen halkın teveccühü ile, 1950 seçimlerinde iktidara taşınmışlardır. 1960 darbesi ve 1971’deki 12 Mart Muhtırası, izlediği siyasi çizgi nedeniyle, seçim yoluyla iktidara gelme yolu kapanan CHP’nin bu üslubunun bir sonucudur aslında.
CHP’deki ikinci ve aslında kendi kökleri ile hiç de uyumlu olmayan yön değişikliği ise, Bülent Ecevit’in (1925-2006) daha CHP Genel Sekreter olduğu günlerde dillendirmeye başladığı ve 1972 yılında Genel Başkan olduktan sonra parti politikası haline getirdiği “Ortanın Solu” sürecidir. Nedense, siyasi çizgisi sürekli olarak “Ortanın Solu, Demokratik Sol, vb. gibi” söylemlerle ifade edilen Ecevit CHP’sinin, ne derece Atatürkçü olduğunu (ya da olmadığını) ciddi anlamda sorgulayan olmadı!
6 temel ilkesinden (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik, Devrimcilik) ikincisi “Milliyetçilik” olan Atatürkçülük ile, temelde “milliyetçiliği red” söylemine dayanan Solculuğun, nasıl bir arada olabileceğini merak eden, araştıran, sorgulayan oldu mu?
Tabii ki hayır!
Sonunda CHP, geniş halk kesimleri ile irtibatı kesilmiş olarak, neredeyse, sadece “laiklik” ve “solculuk” söylemleriyle, “eklektik” bir siyasi çizgiye oturdu ve “elitist (seçkinci)” bir partiye dönüştü. Bu hali ile %30 barajının altına çekilen CHP, “doğal” bir muhalefet partisi haline geldi.
Aradaki bir-iki koalisyon denemesi göz ardı edilirse, CHP’nin 1950’den bu yana, “normal demokratik yollardan” iktidara gelememesi ve Türkiye’deki elitlerin ve bu arada darbecilerin de tercihi haline düşmesinin sorumluları kim? Bunu merak eden kimse var mı? Yok!..
İşte, Türk politika sahnesindeki muhalefet kesiminin baş aktörlerinin hal-i pür melalleri bu merkezdedir! Ve Türkiye’nin, aklı başında bir iktidardan sonra, “adam gibi” bir muhalefete olan ihtiyacı da devam ediyor…