İki kalpli ve Tek Şeytanlı Dünyayı Anlamaya Çalışmak…
Siyonistlerin, geleceği olmayan boş bir ‘arzı mevud’ hayali var. Almanların Cermen, Yunanların da Bizans İmparatorluğu hayalleri... Ruslar ise sıcak denizler özlemiyle yanıp tutuşuyor.
Ham bir hayal olsa da, Bâbil imparatorluğu rüyası görenler bile var. Bunların hepsinden önemli olansa, güçlü tefecilerin her güne ‘Yeni Latin İmparatorluğu’ rüyasıyla uyanıyor olması. Latince boşuna mı ‘bilim dili’ yapıldı.
Çoğu kimse kökenini bilmese de, -başta sağlıkla ilgili olmak üzere- onlarca Latince kelime biliyor. Belki de dünyanın seri konuşulmayan ama hemen herkesin bildiği en yaygın dilidir Latince. Bu boş bir hayal ve rastgele seçilmiş bir dil değil.
Ama işler planladıkları gibi gitmiyor. Siyonistlerin hayali, gelmesi imkânsız bahara kaldı. Gasp ettikleri toprakları elde tutabilmeleri bile büyük başarı. Arz-ı mevud’un üstüne, buz gibi bir suyu içirdiler bile.
Almanların hayali ise, İngiliz ve Rusların Avrupa’daki iddiasından vazgeçmesine bağlı. Yunanlar mı? Onlar bir yüzyıl Latincilere borç ödemeye mahkûm zavallılar. Daha şimdiden onlarca adayı elden çıkardılar bile. Türkiye’ye, Katar dâhil birçok yeni komşu geldi sayelerinde.
Yunanistan’ın başına neden bunlar geldi acaba? Batının kadim kültürü olarak takdim edilen bir kavmin ülkesinin burnu neden yerde sürtülüyor? Topraklarını bile neden elden çıkarmasına izin veriliyor?
Bu kadar küçük coğrafyada, bu kadar çok hayalin kol gezmesi, tilkilerin, sırtlanların ve aslanların kuyruklarının karışmasına yol açmaz da ne yapar? İşte Yunanistan, kuyruğunu bu derin hayaller uğruna kaptırdı. Sonrası malum, iş kuyrukla kalmadı.
Aslında 20. yüzyılda Almanların başına ne gelmişse, hep bu Cermen hayali yüzünden geldi. Onları uzun ve derin bir uyguya gönderen soydaşı Latinciler, bir süredir Almanya’nın altını oyuyor. Alman’ı Markından vazgeçirenlerle, İngiliz’i Sterlinine bağlı tutanlar aynı güçler. Ya Fransız? Ona yakışan ve biçilen rol, Latincilere taşeronluk yapmak.
Mavi Marmara hadisesi ile Arap dünyasındaki gelişmelerin zamanlama yakınlığı ilginç bir tevafuk. Obama’yı iktidara getirenler, Washington’u Kudüs gibi tasarlayan iradeye, tek belirleyici güç olma durumunu kaybettirdiği kesin. Bu güç, FED’e sahip olmayı ve NASA’yı kontrol etmeyi sürdürdüğü müddetçe, gücün ortağı olmaya devam edecek.
Ama artık oda, İsrail’i finanse etmekten bıkmış/çıkmış durumda. İsrail’in şımarıklığı ve beceriksizliği onu da yormuş ve çileden çıkarmış durumda. İsrail artık onunda hayallerinin önündeki büyük engellerden biri. Ve şimdi kendi yavrusunu yeme vakti değilse de, hormonlarını kesme zamanı.
Artık ne batılılar 20. yüzyılın insanı, ne de İslam Dünyası 19. ve 20. yüzyıl gibi çaresiz. Oyun kurucu güçlerde her şeyin farkında. Onlarda eski, katı ve tavizsiz durumun elden çoktan çıktığı veya çıkmakta olduğunu çok iyi biliyor. Başta İslam Dünyası sokakları olmak üzere, ne Afrika ne de Asya kolay kontrol edilebilir yerler değil artık. Amerika konusunda ümitleri azalanların, Çin ve Hindistan üzerinde kurdukları yeni hegemonya en çok ABD’yi rahatsız ediyor. Batı Asya ve Kuzey Amerika arasındaki İslam Dünyası’nda bataklığa saplanan ABD’de de, olup biteni görüyor ve kendine yeni bir gelecek kurgulamak istiyor. Bu nedenle buralardan kısmen çekilmek, en azından bu kadar fazla enerji harcamak istemiyor.
İsrail gibi hak-hukuk tanımayan, şımarık bir devlet varken de; gözü, kulağı dolayısıyla da aklı hep burada kalmak zorunda. Gelinen an itibariyle -tüm taraflar- ne İsrail’den vazgeçebilir, ne de İsrail’i kontrolsüz bırakabilirler. Bunu görmeyecek kadar şişkin olan İsrailli yöneticiler, Gazze’de bataklığa saplandı. Aklın sınırlarını zorladı, vicdanı sere serpe çiğnedi, sinirleri kopardı. Bu süreç, ipinin çekilmesinin fırsatını doğurdu veya dönüştürüldü.
El öptüre öptüre el öpmeyi unutan İsrail’e zorda olsa el öptürüldü. Tabiri caizse, horozun ibiği kesildi, tekenin hayası buruldu. ‘Buraya kadar’ denilmemiştir elbette, ama daha ötesi diye bir şeyin olmadığının da bildirildiği çok açık.
Mahallenin yeni ağası Türkiye. Çünkü efelik ve efendilik onun geninde var.
Türkiye hem ekonomik, hem de siyasi olarak da buna hazır. Diplomatik kadro eksikliği olsa da, zamanla onu da halledebilir.
Başbakan Erdoğan’ın, Putin’e ‘bizi Şanghay’a alın’ çağrısını sadece AB’ye gözdağı olarak görenlerin yanıldığını söylemek zorundayım. Obama’ya, ‘elini çabuk tutmaz ve bana sözlerini yerine getirmezsen, elimdeki seçeneklere yöneleceğim’ mesajı olarak da görülmesi gerekir. Türkiye gibi bir ülkenin, ABD ve AB’ye karşın, Şanghay Örgütüne katılması, batı için tahammül edilemez bir durum.
Hangi açıdan bakarsanız bakınız, artık Türkiye’nin eli çok güçlü. Değil İsrail, Amerika’daki Yahudi lobileri veya batıdaki Ermeni lobileri bile yakın gelecekte Türkiye’den özür dilemek ve işbirliğine girmek gibi bir zorunlulukla karşılaşabilir. PKK meselesi sadece örgütle, Türkiye’nin uzlaşmak zorunda kalması meselesi de değildir. İsrail için durum ne ise, PKK için de durum aynı. Bu gelişmelerden en çok hangi komşumuzun tedirgin olabileceğini tahmin etmek zor değil. Ama o da kör değil, gelişmeleri çok iyi görüyor.
İnancım o ki, İsrail birkaç yıl içinde kademe kademe 1967 sınırlarına çekilecek. Yaşamak istiyorsa buna mecbur. Suriye meselesinin bu kadar uzaması, sadece İran faktörüne bağlı değil. İsrail, Suriye rejiminin yerine gelecek yeni rejimle, Akdeniz dışındaki tüm sınırlardan sarılması anlamına geldiğini biliyor. İsrail’in -dünya medyasına aksi yansıtılsa da- Suriye rejimini ayakta tutmak için, Almanya ile destek sağladığını herkes biliyor. Kaldı ki, İran’ın Avrupa’daki en büyük destekçisinin Almanya olması tesadüf müdür sizce? İran-İsrail ilişkilerindeki ortak bandıranın Almanya olması neler ifade eder acaba?
Başbakan’ın birkaç yıldır İsrail’e yönelik eleştirisi, hem kişisel özelliği ve gücü ile ilgili, hem de İsrail’in geleceğiyle ilgili. Gazze’ye yapacağı ziyaretin ertelenmesi ve bu özür üstüne gerçekleşecek olması da, önemli bir süreç yönetimi olarak görülmeli.
Mısır sokaklarında yaşananların, basit bir idam cezası verilen üç beş fanatikle alakası olabilir mi? Onlar sadece bahane. Kendisi ablukaya alınan İsrail’in, bu işin içine solvent döktüğünü unutmamak gerek. Mısır’ın ya da Mursi yönetiminin zayıflatılması; hem İsrail, hem Avrupa, hem ABD, hem Arap rejimleri, hem de İran için iyi bir amaç. Bu durumdan rahatsızlık duyabilecek tek ülke Türkiye! ABD ise daha fazla ileri gidilmesini engelleyebilir. Çünkü aşırı zayıflatılmış Mısır; Kuzey Afrika’da doğabilecek derin bir istikrarsızlığa yol açacağından, ABD’nin geleceği açısından sarsıcı sonuçlara yol açabilir.
Türkiye’nin, Suriye ve Irak’tan başlayıp kuzeye doğru tüm bölgedeki geleceği, başta Mısır olmak üzere, bölgenin sükûnetine bağlı. Suriye’ye odaklanıp, diğerleriyle olan bağını daha ileri bir noktaya taşıyamadığı söylenebilir. Ama Türkiye, bölgede hiçbir şeyi kaybetmeye razı değil, olmamalı da. Ancak ne bölgeye yönelik yeterli beyin gücü var, ne de var olanları doğru kullanabiliyor. Türkiye’nin en büyük açmazı, en küçük eleştiriye bile tahammülünün olmaması. Eleştirenle diyaloga geç(e)memesi.
Yeni Türkiye’nin dış politikasının doğru ve gelecek vaat ettiğini görmemek mümkün değil. Türkiye artık haritada yeri zor gösterilen değil, adı geçince pür dikkat kesilinilen bir ülke. Parlak bir geleceği olmasına karşın, işi de bu denli zorlaşıyor.
Bu arada bizim yeni bir Osmanlı veya yeni bir Selçuklu hayalimiz var mı? Sanmam. Bu bazılarını rahatlatıyor olmalı. Ancak başka hayallerin olmadığı anlamına da gelmez.
Kimileri bu görüşlerimizi temelsiz ve Ak Parti yandaşlığı veyahut da fütürist olarak görebilir. Şimdiden söylemeliyim ki, arkadan gelişinizin kimseye yararı yok. Unutulmamalı ki, dünyayı sadece sizin durduğunuz noktadan okumak hiçbir işimizi çözmüyor. Dünya hızla dönüyor, dünya hızla yer değiştiriyor, dünya bildiğiniz birçok şeyi değirmen gibi öğütüyor, hem de çok hızlı bir biçimde.
21. yüzyıl aklını kiraya verenlerin, ütopik hayallerin peşinde koşanların, geçmişten medet umanların, ‘o-bu gelecek bizi kurtaracak’ diye bekleyenlerin değil; beynini çalıştıran ve kayıpların hesabıyla uğraşmayıp, kazançlarını israf etmeyenlerin yüzyılı olacak.
Yenidünyanın, hem ‘Ortadoğu’ hem de ‘Uzakdoğu’ diye iki kalbinin olacağını unutmamak gerek. Kimse iki kalbin atışına yetişemez. Politik gelişim veya dönüşüm açısından durum böyle olabilecek belki. Amma velâkin küresel şeytanların insan avı da devam edecek elbette.
Ne yazık ki Türkiye’nin, şeytanların insan avı konusundaki gayretini anlaması için hem zamana ihtiyacı var, hem de Kur’an-ı doğru anlamaya. Bu konuda asıl korkulması gereken şey, insan kaynağı ve zihinsel açıdan geleceği henüz anlayabilecek durumda olmaması.
Son bir not: Dikilitaşlar ayakta durduğu müddetçe, ne kimse imparatorluk hayalinden vazgeçer, ne de şeytan bu amacın sınırlarını değiştirir. Kim bilir belki de şeytanın düğümü buralarda gizli.