İbrahim Tatlıses’in Yoğun Bakım Notları
Ünlülerin yaşadığı trajediler, aslında her birimizin trajedisidir. Onların susuşuyla içimizden bir ses çekilir. Onların gidişiyle hatıralarımızdaki görüntüler devrilir. İbrahim ya da bir başkası hatasıyla sevabıyla “bize ait”tir. İçimize kök salmış bir yaşanmışlığın ilmekleridir onlar.
Hekim olduğum için “yoğun bakım”ın adında saklı o olağanüstülüğe aşinayım. Hem “yoğun” hem de “bakmak” bir aşk hikâyesinin olmazsa olmazıdır. Seven sevdiğine yoğun bakar.
Ancak o yoğunluk bir tedirginliği de getirir beraberinde. Bu kadar yoğun bakılıyorken, ya kaçırırsa bakışını, ya yüz dönerse…
Yoğun bakım kapısında beklemek işte böylesine bıçak sırtı bir iştir. Her an geçip gitme kaygısı, her an dönüp gelme ümidi arasında… Yoğun bakım önünde bekleme tecrübesi çok değerlidir.
Hiç unutmadığım birkaç geceden biridir. Yoğun bakım deneyimini birlikte yaşarken, hiç unutulmaz birkaç not da alayım dedim.
Bu yüzden paylaşıyorum “yoğun bakım notları’nı.
- İbrahim’in Tatlıses’i bu coğrafyanın maya sesidir. Sev ya da sevme, anla ya da anlama, paylaşılmış her şey gibi, ana dili gibi dokunulmazdır. Birlikte belenmiş bir geçmişin alın terini damıttığı için değerlidir. Yüreğin sesidir; aşkın nefesidir. Öteden beri var olan birliğin yankısıdır. Zoraki bir montajı değil, ta köklerden gelen bir kaynaşmayı, bir ağaç gövdesi doğallığında dallanıp budaklanmayı haber verir. İlle de Türk olmaya; Türk hissetmeye, Türkçe konuşmaya bel bağlamış, soğuk ve dar resmi söylemi parçalayan bir çığlıktır İbrahim sesi. Arap ve Kürt olarak da bu topraklarda yaşamayı, bu toprağı sevmeyi, bu toprağa değer katmayı bilmişlerin Türkçesidir o ses. İnsana uzak resmi söylemin, her sabah sabilere okuttuğu okul andıyla, her dağ yamacına yazdığı militarist sloganlarla yaptığı tahriklere kanmamış bir suskun bir bilgeliğin elçisidir o ses. Çilelidir. Sabır taşıdır. Dertlidir. Yanıktır. Kendisini yakmaya çalışanlar için bile yanmaktadır. Şimdi fırsat varken, yoğunca bakalım, resmi söylemin eteğine yamadığımız akıllarımıza: Yasadışı terörle, terörize edilmiş yasallık arasında sıkışıp kalmış o yanık sesi, İbrahim Tatlıses nabzını dinler gibi şefkatle dinleyelim. Olur mu?
- İbrahim Tatlıses’in yoğun bakım günleri, birilerinin daha aklını başına getirmeli. İnsaflı düşünmenin sağlı sollu felç edildiği o umarsız devlet söyleminden sıyrılıp ayağa kalkmalıyız hemen şimdi. Kaleşnikoflu adamlar da G-5’li adamlar da çekilsin aramızdan. Türk olmayı ırkçılığının malzemesi edenler de, Kürt olmayı faşist emellerinin çanağı edenler de, yalnız bıraksın Kürtleri de Türkleri de. Türk-Kürt ayırımcılığı yapanlar da Türk-Kürt birlikteliği için yapay havuzlar inşa edenler de biri iki gören bakışlarını düzelterek çıksınlar. Ayırımcılığınız zaten elinizde kaldı, soğuk ve ruhsuz “beraber yaşama” tutkallarınızı alın başınıza çalın. Bizi birbirimizden “temizlemek” için ateşlediğiniz silahlarınızı da, bizi birbirimize tahammül edilir kılmak için yaptığınız mühendislik hesaplarını da buruşturup koyun cebinize. Arkanızı dönüp yürüyün sonra. Siz bizi ne sanıyordunuz? Biz sizden önce de ortak türküler söylerdik, aynı dille dualar ederdik, sizden sonra da türkümüzü yakarış eyleyeceğiz. Üzerimize titremekten vazgeçin.
- İbrahim’in Tatlıses’i, insafsız cetvellerle çizilen Ortadoğu haritasının lafta kaldığını bir kez daha hatırlama fırsatıdır. Bağdatlı taksicinin yüreğinde de, Şamlı esnafın vitrininde de, Ankaralı kebapçının hasretinde de, Avrupalı işçinin düğününde de vardır İbrahim’in sesi... Sınır tanımaz. Ülke ayırmaz. Vize sormaz. Haritaları delik deşik eden, insanı utandıran o kalın çizgilerin canı cehenneme. Bu topraklar insanlığın malıdır, bu ses de öyle. Biz vatanımızı tek bir seste yeniden kurduk bile. Çıkarken, bir zahmet, kapıyı arkadan kapatınız.
- Ünlülerin yaşadığı trajediler, aslında her birimizin trajedisidir. Onların susuşuyla içimizden bir ses çekilir. Onların gidişiyle hatıralarımızdaki görüntüler devrilir. İbrahim ya da bir başkası hatasıyla sevabıyla “bize ait”tir. İçimize kök salmış bir yaşanmışlığın ilmekleridir onlar. O ilmekler çekilince, tek tek canımız yanar. Hiç olmadık bir kazanın, beklenmedik bir kurşunun bizi bu kadar acıtmasına şaşarız. “Oldu mu ya!” deriz. Çekilen bizim ipimizdir aslında. Yüreğimizden kopartılır o tel. Şimdi bu gerçeğe yoğun bakalım diyorum. Niye mi? Sırf uzaklarda diye, nasılsa tanımıyoruz diye hayatlarından evlatlarının sesi çekilen, sevdiklerinin görüntüsü çalınan kadınlarla empati kuralım. Hiçbir ana evladı “ölü ele geçirildi” haberine konu olacak kadar sıradan değil, hiçbir “Mehmetçik” politik kazançlar arasında eksiltilmesi göze alınacak soğuk rakamlardan ibaret değil. Bari şimdi oradan buradan değil, “anadan” bakalım olaya… Yoğun bakalım.
- İbrahim Tatlıses’in onca şöhretine rağmen zalim bir kurşunun ucunda yaralanabilir bir beyni varmış meğer. İbrahim Tatlıses’in milyonlarca hayranına rağmen düşmanları da olurmuş meğer. İbrahim Tatlıses, onca erişilmez bilinmesine rağmen bir bıçak darbesiyle kanayabilir bir yüreğe sahipmiş meğer. Unutmuşuz, değil mi? Hiç olmazsa bugünlerde, onun yoğun bakımda cılız bir nefes kadar kırılganlaşmış, bir küçük göğüs kıpırtısı kadar titrekleşmiş varlığı, kendine paradan, şöhretten, maldan makamdan, soydan itibardan zırhlar biçmeye heveslenen bizleri düşündürsün. Hırslarımızın kurşunları delip geçmesin insafımızı. Şehvetlerimizin ayakları altında paralanmasın şefkatimiz. Çoğaltma tutkusu bizim için biricik ve bi’tanecik olan, asla tekrarlanmayacak şu hayatı yağmalatmasın bize. Gelin can olalım, birbirimize. Can dediğin kuştur ten kafesinde, hemen uçabilir işte. O eşi benzeri bulunmaz değerdeki can, yırtılabilir, dağılabilir bu incecik tende bulunduğu sürece, yapmamız gerekenleri gözden geçirelim şimdi. Önceliklerimizi yeniden sıralayalım. Kıyametimizi koparalım, sonraya kalanları öne alalım, öne aldıklarımızı sona bırakalım. Ömür sermayesi bitiyor; hayat elimizden kayıp gidiyor. O canı şimdi Canlar Canan’ına canlıyken iade etmeye bakalım. Canımızı Canlar Veren’e satmanın yolunu bulalım. Bir canın Canan’a secdesini ebedi canlar kazanma fırsatı bilelim. Bu canla yapabileceğimiz en kârlı işin Canı Verene hakkıyla kul olmak olduğunu, adam olmak olduğunu iyice belleyelim. Gözlerimizin içine içine yoğun bakalım lütfen.
- İbrahim Tatlıses’in dramıyla birlikte hepimiz duaya durduk. Unuttuğumuz bir yanımız kanadı, ortak bir acı etrafında buluştuk, ortak bir kaygıyla yanıp tutuştuk. Meğer ne kadar farklı giyinir, görünür, yaşar olursak olalım aynı hamurdan yoğrulmuşuz. Nişantaşı’nın sosyetesi de Tillo’nun köylüsü de, Diyarbakır’da Kürt de, Edirne’de muhacir de asıl ve asil boyasını böyle zamanlarda gösteriyor. Üzerimize sonradan giydirilmiş boyalar böylesi kriz anlarında sıyrılıveriyor. Asıl boyamız (sıbgatullah-Allah’ın boyası) ortaya çıkıveriyor. Yaratan’ın bizi görmek istediği, görünmemizi istediği hal yeniden yüzlerimize dönüyor. Sonradan olma modernlik makyajımız kolayca dökülüveriyor, zoraki laiklik foyamız siliniyor. O kadar da tutmuş değil demek ki… Tutmayacak da… Yoğun bakalım, olur mu?
- Ha bir de İbrahim’in kadınlarını unutmamalı. Birkaç gündür birlikte yazdığımız ve yaşadığımız o destanın asıl kahramanı kadınlıktır bence. “Eski eş” olduğuna bakmaksızın, yaşanmış olması muhtemel onca kırgınlığa rağmen tereddütsüz hastaneye koşan o ünlü kadınlar-isimleri bir tarafa-kadın olmak adına eşsiz bir destan yazıyorlar. Erkeklerde olmayan, olamayacak o vefanın kadın yüreğinde hep var olduğunu hatırlattılar. O yüzden olsa gerek, tarihte ilk kez, bir kadının, Hz. Hacer’in göğsünde ana yüreğiyle koşturduğu Safa-Merve tepeleri arasında sadece erkekler koşturulur. Kadınlar orada sakince yürür. Erkeklerin o ana yüreğini göğüslerine taşımaları için, göğüslerinde ana yüreği taşıyan kendi analarına, eşlerine, kızlarına , kız kardeşlerine yetişebilmeleri için daha çoook koşmaları gerek. Mesela Derya Tuna’nın “duanızı bekliyor” değil de, “duanızı bekliyoruz” deme inceliğini kimse kadın ve ana olmaktan başka bir şeyle açıklayamaz. Yoğun bakımdaki İbrahim Tatlıses, vefasızlık ettiğimiz, vefasının hakkını veremediğimiz tüm kadınlara bin özür olarak gözümüzün önünde duruyor. Yoğun bakalım İbrahim Tatlıses’e…