Hoş Sada
Zamanın insan üzerindeki tesiri nedir bilmiyorum. Çocukluğumuzda öyle şeyler yaşadık ki, çocuklarımıza anlattığımızda onlara masal gibi geliyor. Yani tabiri caizse “uyduruyor” sanıyorlar. İnanılmıyor yani.
Aslına bakarsanız inanılacak gibi de değil. Ben yaşadıklarımı anlatırken “hey gidi günler hey!” diye içimden geçirirken dinleyenler de “ama saçma veya komik şey” diye düşünebiliyor.
Karadeniz’in bir sahil köyünde gözlerimi yaklaşık yarım asır önce dünyaya açtıktan kısa zaman sonra; çocukluk dönemim başladı. En yakın şehir merkezine 20 km uzaklıkta olan bu köy Perşembe ile Fatsa’nı tam ortasında bulunuyordu. O günün şartlarında yapılmış Ordu- Samsun karayolu üzerinde deniz kenarında, suları evlere akmayan, elektriği olmayan ve karayolundan günde üç- beş tane arabanın geçtiği asûde bir köydü. Yazları deniz kenarında; diğer zamanlarda tarla ve bahçelerde ve dahi mahalle aralarında akranlarımızla geçen günler. Her çocuk gibi kendimize has oyunlar, kavgalar, itişip kakışmalar ve akıp giden zaman
Oyuncaklarımızı kendimiz yapar, bozulunca tamir eder, olmazsa yenisi yapardık. Hayatımızda suni şeyler yoktu. Çoğu zaman koşmaktan bitap düşer, her yanımız yara bere içinde kaldığı da olurdu.
Elektrik olmadığı için akşamları bütün aile bir arada oturulurdu. Televizyon ülkede de yoktu ve yaklaşık 20 sene sonra gelecekti. Radyo her evde bulunmazdı. Biz çocuklalar çok mutlu idik. Tahsil çağına gelince okulun yolunu tuttuk diğer akranlarımızla birlikte. Okula gitmek için devlet sahil yolundan yürümeye mecburduk. Yani bu günkü Samsun- Ordu yolu üzerinde en az 200 metre yolumuz vardı. Çünkü okul, deniz kenarında ve yol ile denizin arasında idi.
Günlerin art arda geçmesi hem bizim büyümemiz, hem de tahsilimizin artması demekti. Çok şeyler öğreniyorduk. Her şey bir kamyondan dışarı atılan tarihi geçmiş bir gazeteyle rengini değiştirdi. Şoför hangi maksatla attı gazeteyi bilemem ama o gün ilk gazeteyle tanışmış oldum. Üzerinde bir sürü fotoğraf ve yazının bulunduğu kâğıtlarda anlamadığımız çok şeyler yazıyordu. Ama oldukça faklı geldi bize.
Zaman ilerledikçe biz mahallenin gençleri tatil günlerinde yol kenarında oyun oynarken nadir de olsa yoldan geçen bir araba gördükleri zaman, hemen tek sıra halinde yola dizilir hep bir ağızdan koro halinde “ gaste, gaste” diye bağırırdık. Az da olsa bu talebimizi yerine getiren şoförler de olmaz değildi hani. Tam yanımızdan geçerken pencereden atılmış olan gazetenin peşine koşar ilk varıp alanın olurdu. Artık yoldan geçen taşıtların şoförleri de alışmıştı bu işe ve bizlere muayyen zamanlarda gazete atarlardı. Olsun; tarihleri eski idi ama biz okuyorduk yine.
Bir gün öğretmen gazeteden bahsetti derste. O günden sonra belki bir oyun olarak gördüğümüz gazete isteme işini daha şuurlu yapmaya başlamıştık. Ülkede olup bitenlerden haberler öğreniyorduk. Zamanı geçmiş olsa dahi. En azından hiç gazete görmemiş olanlara karşı az da olsa bir farkımız vardı. Daha sonra her sabah gazete taşıyan bir arabanın varlığından da haberdar olduk. Öyle ya her gün yeni gazete taşınmalıydı. Haberler de daha yeni olmalıydı. Bu sefer bütün okul öğrencileri yol kenarında gazete taşıyan arabayı beklemeye başladık. Araba uzaktan görününce yolun kenarına tek sıra diziliyor, çok sesli bir koro gibi o bilinen isteğimizi yüksek perdeden tekrarlıyorduk. “Gaste, gaste, gasteeee!” Bu isteğimiz ekseriyetle karşılanıyordu. Biz de her gün gazete arabasını geçeceği saatte; şayet teneffüste isek yol kenarına diziliyor, atılan gazeteyi onlarca öğrenci arasından, kapmak için mücadele ediyorduk. Bazen gazetenin yırtıldığı da oluyordu.
Biz kaptığımız gazeteyi doğruca öğretmene götürüyor ve o da bize bazı bölümleri seslice okuyor ara sıra bize de okutturuyordu. O günden beri gazete ve okumaya olan alakamız artmış oldu. Ben hiç atılan gazeteye ulaşamadım. O kadar kişi arasından bir gazeteye ulaşmak kolay değildi elbet. Bu durumun farkında olan bir bakkal sahibi ilk iş olarak gazete bayiliği aldı. Ben o zamanlar her gün harçlığımdan artırdığım paraları bir gazete alacak oluncaya kadar biriktirip, sonra bayie gidip bir gazete alır; yıllarca arabadan atıldığı halde hiç alamadığım gazeteye bu şekilde ulaşmış oluyordum. Şimdi amatörce gazete ve dergilerde yazılar yazarken bunun altyapısının yıllar önce arabalardan atılan gazeteler olduğunun idraki içindeyim.
Bu okuma merakı beni, şimdilik altıncı sayısına ulaşmış olan bir derginin neşredilmesinde katkısı oldu. Ne demişler: “Söz uçar yazı kalır.”
Her yazı bir dünyadır. Her insan başka bir dünya. Bütün mesele iki dünyayı bir araya getirebilmek.
Çeyrek asrı epeyce geride bırakan bir eğitimci olarak, gençlerimiz okumaya yazamaya yönlendirmeye çalıştım. Ama neylersin şartlar formül kavratmaktan arta kalan zamanlarda yapmaya mecbur etti bütün bu işleri. Her şeye rağmen yazıdan ve öz kültürümüzden kopmadan bu günlere gelmeye çalıştık. Geriye faydalı ve güzel şeyler bırakmak niyeti ile yaptık bütün bunları. Ne demiş Bakî : “ Bakî kalan kubbede hoş bir sada imiş” Mesele hoş bir sada bırakmak…