Hırslarımız ve Hüsranlarımız!
Açık denizde küçük bir balıkçı teknesi. Sabahtan akşama kadar ilkel denilen yöntemlerle tutulabilen balıklar. Denize ve verdiklerine minnet duygusu. Bir - iki kuruş kazanç ve eve götürülen ekmekler. İhtiyaçlar için ayrılan bir miktarın ardından ertesi güne yeniden uyanış ve denizin ikram ettiklerine yeniden yönelme ihtiyacı…
Açık denizde bir gemi. İçi modern aletlerle düzenlenmiş. Alt katlarda tonlarca balığı aylarca muhafaza edecek bir buzhane var. Bir sürü çalışan. Denize atılmış ağlar. Ve denizde çıkarılan tonlarca balık... Balıkların bazısı yenebilir, bazısı yenmez cinsten. Mürekkep balığı mesela... Ama olsun sürüsüne para ödenmedi ya denize atılır olur biter. İşe yarayanlarsa kapitalist çarkın dönmesi için yerlerini almak üzere yola çıkarılır. Balıkçılar yoktur! Balık işçileri ve denizden milyoner olan kapitalist patronlar vardır…
Aynı deniz, fakat iki ayrı resim… Birinde hırslarımızın, diğerinde kanaatin resmi var. Birisinde ölümlü olduğumuzun ve denizle dost oluşun bilinci; diğerinde ölümlü olduğunu unutan ve kendisinin beş yıl sonrasını düşünürken denizin beş saat sonrasını hesaba katmayan insanın hırsı var.
Dondurulmuş balıklar 2011’den 2015’e kadar rafta kalabilirler. Daha fazla kazanmak ve şimdi daha fazla kazanmak adına, kendisinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen insanın, kendisinden başka her şeye savaş açtığının resmidir.
Bu savaş sadece denizlerde yaşanmıyor ne yazık ki insanın olduğu her yerde büyüme gelişme ve daha çok kazanma adı altında her yerde uygulanıyor. Bizlerde bu hapı yutuyoruz çoğu kere.
Mesela sokağınızdaki can çekişen bakkalınıza ne zaman uğradınız en son? Büyük marketlerden yaptığınız toplu ve ekonomik alışverişlerden zamanınız kalmıyor mu yoksa?
Kendimizi kandırmayalım “Markette daha ucuz ve daha taze!” diyerek. Hangimiz bir markete gidip de ihtiyacı olan ve almayı düşündüğü şeylerle çıktı? Yumurta almak için girip yanında indirime girmiş bir dolu ürünle çıkmadık mı?
“Ucuz, ekonomik” diye kendimizi sürekli kandırıyoruz. Diğer yandan şişen kredi kartlarını ödeyebilmek için gece gündüz çalışmaya mecbur hissediyoruz kendimizi.
Her an yaratılışı fark etmek için, yaratılışın içinde olmak gerekiyor. Oysa biz hayatlarımızı bezelyeler gibi donduruyoruz zor zamanda kullanmak için. Ama o zor zaman gelmeden yeni bezelyelerin gelmesi gibi bize de dondurduğumuz zamanları kullanmadan yeni zamanlar hediye ediliyor.
Baştaki duruma dönersek, hırslarımızın açtığı yollarda önce doğayı boğuyoruz ama sonra da bakıyoruz ki kendimiz de boğulmuşuz.
Hegel ’in dediği gibi “İnsan önce doğayı değiştirir. Sonra döner, doğa insanı değiştirir.” Balıkları o günkü ihtiyaçlar kadar tutarak, denizi kendi haline bırakmıyoruz. Sanki o gün balığı tuttuk ya da tutamadık, geçmiş olsun! Bir daha balık olmayacak zannediyoruz. Ve bizi öldüren de bu zanlarımız oluyor.
Biriktirmeye başlıyoruz. Şimdiki zamanı da gelecek zamanı da elinde tutan ve şimdi ikram edenin yarın da ikram edecek olan olduğunu anlamadan, elimizle hırsla topladıklarımıza güveniyoruz.
Her gün ikram edilecek olan balıkları bırakıp, eski, bayat ama elimizin altına hırsla depoladığımız balıklara güveniyoruz. Sonra da o balıklar bizi yavaş yavaş öldürüyor. Bu ölümlerin adına da kanser diyoruz sonra…
Balık değil yalnızca depoladığımız. Kurban geldiğinde kurban etlerini, bezelye mevsiminde bezelyeyi yani mümkün olan her şeyi donduruyoruz. Bizim doymak bilmeyen iştahımızı fark eden küresel patronlar da fark ettikleri bu talebi karşılamak için balıkçıları balık işçisi, bakkallarımızı hipermarketlerde tezgahtar, terzilerimizi konfeksiyon işçisi yapıyor.
Şimdilik buralarda görülen ve hırslarımızdan beslenen kapitalizm, yakında tüm meslek alanlarını kendi çarkının içine alacağa benziyor. Biz farkına varmaz ve kendi ihtiyaçlarımızla bize ihtiyaçmış gibi dayatılan ve bize de cazip gelen tüketme çılgınlığımızı iş işten geçmeden durduramazsak…
Tatminsizlikten ölmezsek kanserden; kanserden ölmezsek, mutsuzluktan öleceğiz.
Umarım durum değişir… Ve değişmesi için bizim değişmemiz gerekiyor. Değişmeye dolabımıza attığımız ve önümüzdeki iki yıl yesek bitiremeyeceğimiz dondurulmuş gıdalardan başlayabiliriz. Mümkün mertebe sokağımızdaki bakkala giderek ihtiyacımız kadarını alabiliriz, pazardan yetecek kadar alıp, bir sonraki pazara kadar bitenleri özleyebiliriz…
Diğer yol ise çok zalimce: kucaklarımıza sığmayan poşetler, ne aldığımızı unutup unutup çürüttüğümüz sebzeler, meyveler, kuru gıdalar ve diğer yanda açlıktan öldüğü söylenen insanlar…
Bir teknem yok ve bir bakkal dükkânı da açmış değilim ama bir yerlerden başlamak niyetindeyim. Umarım yalnız değilimdir...