Hiç Bir Şey Göründüğü Gibi Değildir!
Bir trende başlıyor bu defa öykümüz. Kadın elinde okumayı planladığı dergi ve gazeteleriyle yerine oturdu. Az sonra aynı kompartımana yanında üç küçük çocukla bir adam bindiğinde, içinden geçen ilk düşünce “Eyvah!” oldu. Kafası şişecekti az sonra. Üstelik keyfini çıkara çıkara dergi okuma hayali suya düşmüştü… Tren hareket etmeye başladığında, çocuklar da cıva yutmuş gibi bir koltuktan diğerine hoplayıp zıplamaya başlamışlardı bile.
Kadın içinden düşünceler üretmeye başladı. “Ne kadar ilgisiz bir baba!” diye geçirdi içinden, “Çocuklar treni yıksalar umurunda olmayacak!” Adam ise o sırada gözleri uzaklara dalmış, sanki bedeni orada ama ruhu çoktan bedenini bırakıp gitmiş gibiydi… Neden sonra kadın dayanamadı. Örgüsünü öremiyordu, kafası şişmişti, üstüne eteklerini çekiştiren çocuklar canını çok sıkmıştı…
Adama “Acaba.” dedi, “Bu çocuklara ne zaman ‘dur’ diyeceksiniz?”
Adam silkindi ve “Affedersiniz, çocuklardan rahatsız olduğunuzun farkındayım ama ne diyeceğimi bilemiyorum.” dedi…
“Annelerini dün kaybettik, anneme bakılmaları için götürüyorum ve inanın ne diyeceğimi bilemiyorum…”
O andan sonra kadın için zaman durdu. Kime kızsındı artık? Nasıl da yargılayıvermişti “Şımarık çocuklar!” diyerek, “Ne biçim duyarsız adam!” diyerek. Oysa şimdi kendisini affedebilmesi için kaç zaman geçecekti kim bilir?
O kadın o gün bu gündür kendisini affetmeye çalışıyor..
Hayatta diğerini yargılamaya o kadar hazır bekliyoruz ki gördüklerimizden yola çıkarak hemen karşımızdakini acımasızca yargılıyoruz. Sonuç ise her zaman bizim gördüğümüzden çok başka çıkıyor.
Dolmuşta yanımıza ilişiveren biraz şişman kadını “Yemiş yemiş yatmış!” diye bir çırpıda yargılarken, bilmiyoruz ki kullandığı ilaçlar yüzünden mi kilo almış? Geçen sene normal bir kilodayken bu sene tedavi sürecinde şişmanlamış olabilir.
İçimizden yaptığımız bu yargılama ne yazık ki içimizde kalmıyor; bakışlarımıza, oradan da karşıdakinin kalbine bir bıçak gibi saplanabiliyor.
Kulağın duymadığını kalp duyar çoğunlukla ve içimizden yaptığımız bu gıybet sonrasında içimiz çürümeye başlar.
Sıcak havada botla dolaşan birisi ya da soğukta ince ceketle titreyen birisi ille de bizim düşündüğümüz nedenden dolayı öyle giyinmiş olmayabilir.
Dışarıdan bakıp da gördüğümüzle, gerçek bir birinden o kadar farklıdır ki biz sadece zan üretmiş olabiliriz.
Bizi hiç de ilgilendirmeyen o kadar çok konuda, birbirinden ilgisiz yargılarda bulunuyoruz ki... Çoğu doğru olmadığı halde bu zanlarla hareket ederek hayatlarımızı boşu boşuna zehirliyoruz.
Oysa bize düşen, oturduğumuz yerden insanları etiketlemek değil; hiç bir şeyin bizim gördüğümüz yerden ve bize göründüğü gibi olmadığını bilerek, varlığa özenle yaklaşmaktır.
Yargıladığımızda, isim taktığımızda, içimizden de olsa gıybetini yaptığımızda o insanla bir daha göz göze gelemeyiz. İçimizde bir şey, “düşündüğümüzün karşı tarafça da bilindiği” bir şeye dönüştüğünü hissettirir.
Gerçekten de öyledir. Zanlarımız karşı tarafı şekillendirir.
Eşyaya nasıl baktığımıza göre, eşyanın varlığının değiştiğini görürüz. Yanılma payının hayli yüksek olduğu yargılarımızın mutlak gerçeklikler gibi işlem görmesi, yaşadığımız sıkıntıların da nedenidir ayrıca.
Eğer gördüğümüz şeyin şimdi ve bizim şimdiki halimize göre sınırlı bir algıya dayandığını kabul edersek insanlarla kurduğumuz ilişki de daha yapıcı davranışlar ortaya koyabilmemiz mümkün olacaktır.