Heyecan
İnsanlar olarak duygu coğrafyamızın yeknesaklığı ortadan kaldıran bir takım iniş çıkışları vardır. Bunları, daha iyi bir benzetme bulana kadar şimdilik, gözümüzün görmeye alışık olduğu fizikî coğrafyanın unsurlarına benzetebiliriz. Mesela, tıpkı yeryüzü coğrafyasında tepe, dağ, yayla gibi farklı özellikte yükseltilerin ferahlamayı, iç huzurunu, âsudeliği; çukur, kuyu, mağara gibi basık ve sıkıcı mekanların kasveti, meşakkati, yerine göre çaresizliği çağrıştırdığı gibi duygularımızın bir kısmı, bize onları daha sık yaşama/idrak etme arzusu verir, bir kısmı da elimizde olsa bir daha yaşamak istemediğimiz "selamün kavlen..." sınıfındandır. Dikkat edilirse, çukur, kuyu v.b. oluşumlar dünyanın içine batan/çöken, bir anlamda ona kasteden unsurlar; buna mukabil, dağ, tepe, yayla v.b.leri ise aksine yeryüzüne nefes aldıran, rüzgar üretimine/dağıtımına ve dolayısıyla ferahlığa vesile olan, 'havamızı bulmamızı' sağlayan unsurlardır.
Dağ başındaki aşırı temiz hava bir miktar ciğerimizi sızlatır ama 'neme lazım, benden uzak dursun' demeyiz; hasret/özlem duygusu da öyle. Ormanlar, akarsulu vadi yamaçları sürprizlerle doludur ama arada bir o güzellikleri de yaşamak isteriz; tıpkı uzak mesafelerde bulunan ve çok az haberleşebildiğimiz sevdiklerimizle zaman zaman birarada bulunabilme arzusu gibi.
Tabii, her şey gibi hisler de aşırıya kaçtığında zarar verici olma eğilimi gösterir. Hem heyecan, hasret, coşku gibi 'yüksek duygular' hem de kıskançlık, hırs, öfke v.b. gibi 'çukur duygular' için bu böyledir. Tıpkı tabiattaki gibi.. İkibin metre rakımlı yaylada temiz hava bünyemize çok iyi gelir de, sekizbin rakımlı Everest'in yoluna düştüğünüzde artık gitgide hava o kadar 'tertemiz' olmaya başlar ki içinde solumaya değecek nesneyi ara ki bulasın! Bir kulaç derinlikteki hendekten biraz çabayla çıkabilirsiniz ama yeterli eğitimden geçmemişseniz İtalyan çukurundan yardımsız çıkabilmeniz muhâl gibidir. Daha derininden, mesela kuyudan Allah korusun! Şayet düştüğünüz çukurun adı 'uçurum'sa muhtemelen tek ihtiyacınız Fâtiha-i Şerife olacaktır..
Duyguların hayatımızı idâme ettirmedeki dengeleyici rolünü az-çok biliyordum da bir başka yönünü yeni farkettim. Bilgiyi içselleştirip hafızaya doğru bir şekilde yerleştirmemize imkan sağlıyorlar. Bu yüzden kendime şu soruyu sordum; "İnsanı heyecanlandırmayan bilginin ne anlamı olabilir?". Bu meyanda şunu da sorabiliriz; "Ağzınızı sulandıran bir iştahla yediğiniz yemekle, 'dostlar taâmda görsün' kabilinden yediğiniz yemek arasında fark yok mudur?".
Yanılmıyorsam ortaokul çağlarımda dayım bana resimli ve baştanbaşa renkli baskılı iki kitap hediye etmişti. "Heyecanlanmıştım". O yıllarda küçük ve kendi halinde bir Anadolu şehrinde orta halli bir ailenin evinde televizyonun siyah-beyaz modelinin bile yeni yeni görülür olduğunu, renkli baskılı bir kitaba sahip olmanın henüz hayallerden bile uzak olduğunu gözönünde tutarak, heyecanımın derecesini varın siz hesap edin. O iki kitap; biri balıkları diğeri kuşları konu edinen iki minik 'resimli ansiklopedi' hüviyetindeydi. Yıl hesabıyla 'kırkı çıktıktan sonra' bile o kitapları, sayfa düzenlerini, içeriğinin önemli bir kısmını hâlâ hatırlıyorsam, bunu o bilgilere 'iştah'ımı açan o günkü heyecanıma borçlu olduğumu düşünüyorum.
Aslında yukarıda sorduğum soru, bir bakıma, hemen öncesinde bulduğum cevap sorusuz kalmasın diye sorulmuş idi. Tabii bu durum bende yeni soruları ve cevapları da tetikledi. Mesela; kuru bilginin mebzul hale geldiği şu iletişim ve -sözümona- bilgi çağında ortalık nâdândan geçilmiyor; niye? Verilebilecek farklı cevapların arasına müsaadenizle kendi cevabımı da iliştireyim; çünkü, bilgiyi hazmederek öğrenmeye heyecan ve benzeri 'yüksek hisler' eşlik etmiyor. Elimizin altında, gözümüzün önünde bulduğumuz yahut bir 'tık'la ulaştığımız bilgileri 'dostlar taallümde görsün' yaklaşımıyla 'tükettiğimizden'dir ki, fikir bünyemize ancak bu kadar yarayışlı olabiliyor.
Velhâsıl-ı kelam; heyecan, iştiyak, arzu, azim hatta kontrollü hırs gibi 'yüksek duygular'ın refakatinde edinilmemiş bilgiler zarfsız mektup gibiler; var ama yok sayabiliriz, mazrûfu var zarfı yok.. Elde olsa bile, kimden gelir nereye gider; bunu anlamak için dahî hayli çaba sarfetmeyi gerektirir ki kimsenin buna ayıracak vakti yok.
Ne yediğimiz, nasıl yediğimiz hayatî önem arzederken ne öğrendiğimiz ve nasıl öğrendiğimiz önemsiz olabilir mi!?