Her Yönüyle Tayland
Budist tapınakları, turuncu cüppeleriyle rahipleri, bir yanda nehrin etrafında, kanallarda hayatlarına devam eden, diğer yanda modern binalarda, caddelerde, alışveriş merkezlerinde ‘Batılı’ olan Tay insanıyla tezatlar şehri Bangkok...
Eski adı "Siyam Krallığı" olan Tayland’ın yönetim şekli krallık... Kral ve Kraliçe’nin boy boy resimleri şehrin her yanında sizi selamlıyor. Ana dili Thai... 62 milyona yakın nüfusu var. Bunun yaklaşık %10’u Başkent Bangkok'da yasamakta... Krala ve Budizme son derece saygılılar ve neredeyse tüm geliri budizme harcıyorlar. Asya-Çin ve Hint kültürünü özümsenmiş.
Tayland, hem Büyük Okyanusa hem de Hint Okyanusuna kıyısı olan, kuzey ve batıda Burma (Myanmar), kuzey ve doğuda Laos, güney ve doğuda Kamboçya, güneyde de Malezya ile komşu bir güney doğu Asya ülkesi. Ülkenin haritadaki şekli fil başını andırıyor ve Taylandlılar bundan son derece gurur duyuyorlar. Tarihlerinde şu ana kadar hiç sömürge olmamışlar, zaten Thailand "Özgürlük Ülkesi" anlamına geliyor.
Tayland havaalanı oldukça büyük. Daha pasaport kontrolüne geldiğinizde tanıyabiliyorsunuz Tay insanını. O sıra bir türlü ilerlemiyor ve neler olduğunu anlayamıyorsunuz. Orada yaşayanlar duruma oldukça aşina. “Bunlar rahat insanlar, hiç aceleleri yoktur. Beklerler, bekletirler, kimse umursamaz.” diyorlar. Ama ben umursuyorum, ayaklarım umursuyor...
Havaalanından ayrılıp, bizi karşılamaya gelen arkadaşlar eşliğinde yola koyuluyoruz. Havaalanı şehrin dışında; şehre ulaşmamız yarım saat kadar sürüyor. Daha ilk anlarda yüzümüze çarpan nem, yoğun sağnak yağış ve müthiş trafikle karşılaşma imkânı buluyoruz. Allah’ım bu nasıl bir trafik, İstanbul’u mumla arayacağımız kimin aklına gelirdi? Trafik ışıklarında o kadar çok bekliyoruz ki, tahammül sınırlarımız epey zorlanıyor. Burada on dakikalık ışıklar var; arabalar genelde ışığa rastladığı zaman istop ediyor. İnsanlar o denli sabırlı ki, kimse burada kornaya basmıyor. “Bu uzun ışıklarda bazı şoförler uyuya kalır ve kimse kornaya basmaz onun uyanmasını bekler.” diyorlar. “Bunların araçlarında levyede yoktur o zaman,” deyip saçma bir cümle kuruyor ve susuyorum.
Kalacağımız yer içinde ufacık daireler olan yüksek bir bina. Binanın orta yerinde bir havuz ve çarşı da mevcut… Dairelerin çoğu tek bir odadan oluşuyor. Mutfak yok desen yeri. Lavabo üstü bir küçük dolap; yani ondan büyüğü evlerimizin banyosunda var. Markete uğrayıp satılanları teftiş ediyoruz ve elbette pek iç açıcı malzeme yok. Burada kızartılmış muzlar bakkal dahil her yerde satılıyor ve revaçta. Tadına dahi bakamadığım için yorumsuz…
Odamıza ilerlerken dairelerin birçoğunun kapılarının açık olduğunu görüyoruz. Allah’ım o koku her yerde var, kâbus gibi. Özellikle yemek saatleri dehşet derecelere varıyor. Burada kimse evde yemek yapmıyor; o nedenle mutfakları yok gibi. Bu haliyle Singapur kültürüne benziyor: Hemen hemen her öğün dışarıda yiyorlar, ayrıca zengin evlerinde bile bulaşık makinası yok. Çünkü bulaşık yok. Poşetlerde alınan yemeklere, yine poşetlere konan ve pipetle tamamlanan içecekler eşlik ediyor ve biten yemek doğru çöpe. Ortada delil yok...
Tayland’da zaman Türkiye’den beş saat ileri, başkenti Bangkok ve Asya’nın en kalabalık şehirlerinden biri. Bir kaç kelimeyle ifade et derseniz: inanılmaz yüksek binalar, trafik ve tabi yüzünüze çarpan o sıcak, rutubetli hava... Burada üç mevsim yaşanıyor: Sıcak dönem, daha sıcak dönem ve en sıcak dönem. Muson yağmurları döneminde özellikle birkaç saat süren sağanak yağışlar var.
Bangkok’da iki uç hayat bir arada!
Gökdelenden düşen yağmur damlasının, barakaya düşebildiği bir şehir Bangkok... Lüks ve sefalet iç içe. Sınıf ayrımının pek bir ehemmiyeti yok. Kimse birbirini görmekten rahatsız değil. Sanırım kimse birbirini de görmüyor. Yok gibi, hiç olmamış gibi. Ne kadar da tepkisiz insanlar.
Adı konulmuş bir sınır çizilmiş olmasa da yerel halkın yoğun olarak yaşadığı ve geleneksel değerlerine sahip çıktığı mahalleler, kanallar, sokaklar, pazar ve çarşılar daha renkli. Tay halkının büyük çoğunluğu kanalların üzerine kurulmuş, tahta bacaklı, ahşap evlerde yaşıyor. Uzun kuyruklu, gürültücü motorlarıyla tekneler nehir boyunca sürekli hareket halinde...
Halkın belki de en çok vakit geçirdiği pazarlar, yirmidört saat cıvıl cıvıl. Tapınaklara sunulacak rengarenk orkideler, yaseminler; tropikal meyveler; kişniş kökü, palmiye şekeri, hindistan cevizi, zencefil, taze limon otu, envai çeşit baharat; kurutulmuş balık çeşitleri... Ne arasan var bu pazarlarda. Sokaklar, tapınaklar, kumaşlar, eşyalar oldukça renkli; kırmızı hakim renk. Ama insanların oldukça renksiz hatta saydam oluşu bir tezat oluşturuyor. Görmek istediklerini, kendilerinde eksik gördüklerini sergiliyorlar bir ihtimal.
Tay insanının büyük burna, özellikle kemerli burna büyük hayranlığı var. Kendi burunları küçük olduğundan iri burun sevdasında oldukları söyleniyor. Burada yaşayan Türkler arasında Karadenizlilerin süksesi oldukça fazla.
Özellikle Tayland’da dışarıda yemek çok ucuz. Yol boyu sıralanmış, bizdeki nohutlu pilavcı türü seyyar satıcılar var. Tabi sattıklarını tahayyül bile edemezsiniz. Otlu suda kaynatılan, çok kötü görünen, artı kokan yumurtalar, içinde ne var ne yok ayıklanmadan öylece pişirilen tavuk, ördek, kurbağa, böcek, her zevke ve keseye göre yemekler.
Hani hazır yemek şişmanlatırdı; neden bu kadar zayıf bu insanlar? Ayrıca doymamış yağ, sağlıksız şartlarda pişmiş yemek, uluorta üretim, merdiven altı, sıfır denetim; hani bunlar kanserojendi; bize dikte edilenler yalan mı? Ölenlerin resminin asıldığı bir mabede gittim. Bir tane genç ölü yoktu. Bu insanlar neden bu kadar uzun yaşıyor? O iğrenç kokunun olayla bir ilgisi var mı? Her şey karmakarışık…
Burada hayat hiç durmuyor. Sabahın beşinde bile yollara çıksanız, sokak satıcıları, pazarlar iş yapıyor. Sokaklar insanlarla dolu.
Ulaşımda genellikle rengârenk taksiler kullanılıyor. Taksilerin renkleri ait oldukları firmaları simgeliyor. İki kez pembe taksiye bindim. Pikap minibüsler, tuk tuk denen motorlu taşıtlar da çok ilginç. Tabi en ilginci, normalde de çok kullanılan motosikletlerin, ticari olarak da kullanılması. Bayansanız, bayan motor şoförü tercih edebiliyorsunuz. Trafiğin korkunçluğunu görünce, motor korkunuzu yenip bu seçeneği tercih etmeniz kaçınılmaz oluyor. Küçük kamyonetlerle cenazelerini taşıyanları da görmek mümkün.
Bindiğiniz taksiden, tuk tuka; aldığınız hediyelik eşyadan elektroniğe kadar elinizi cebinize götürmeden yapmanız gereken en önemli şey kıran kırana bir pazarlık.
Pazarlık için bir kaç püf noktası vereyim:
1-Yüzünüzü ekşitip malı beğenmemiş gibi yapın.
2-Kendinizi acındırın: Paranızın az olduğunu, söylediğiniz rakama vermezse alamayacağınızı, hatta dilerseniz hasta annenize kadar ne anlatırsanız anlatın, yeter ki sıkı bir hikâyeniz olsun...
3-Dil konusunda sorun yaşayacaksınız, çünkü İngilizce bilmiyorlar. İki elinizi cebinize sokun, acıklı bir mimik eşliğinde paranızın olmadığını belirtin.
4-Dil bilmedikleri için hepsinde hesap makinası var. Onlar ‘400 Baht’ derse siz hesap makinasına ‘100’ yazın. Bakmayın olmaz dediğine; 350, 300, 200, der ama mutlaka ‘100’e razı olur.
Belediye otobüsleri, itfaiye araçları şoförleri, pazarlardaki satıcılar, ağır-hafif her işte kadınlar hep var ve çoğunluktalar. Kadınlar oldukça açık giyiniyor ama onlara yöneltilmiş bir tek bakış göremiyorsunuz. Erkekleriyse çok dar giyiniyor ve vücutları oldukça tüysüz. Öyle bir ırk ki, kadını erkeği doğuştan epilasyonlu sanki, tüyden eser yok!
İnsanlar önce size şüpheyle yaklaşıyor. Girmemeniz gereken bir yere yanlışlıkla girdiğinizde
üzerinize gelen kızgın bakışları bir tebessümle yumuşatabiliyorsunuz. O zaman onlar da gülüyor size. Buradaki insanlar ayna gibi, ne verirseniz onu geri alıyorsunuz. Acıma duygunuzu perçinliyor bu insanlar. Allah’tan onlara hidayet niyaz ediyorsunuz. Edin yani…
Dünyanın fuhuş pazarı burası…
Özellikle çocuk tacirleri had safhada... Bu ahlaksızlık ve sömürü öyle normalleşmiş ki, içler acısı. Bir ana-babadan kızını, ayda dörtyüz dolara, masaj salonunda çalıştırmak bahanesi altında kiralayabiliyorlar. İnandıklarını sanmam, bu kadar yaygınken nasıl şüphelenmez insan? Bir diğer teklif de beş bin dolara tamamen satın alıp dünya pazarına sunmak. Başlık parası için cehalet kalkanıyla savunma pazarında tezgâh açanlar, bu kadınlar için nasıl sessiz!
O kadınlar sayesinde evlerimizde rahat oturabiliyoruz diyen, azımsanamayacak sayıda kadının narsizmi hangi kronik safhada? Allah ıslah etsin…
Rahipler bazen de pazarları dolaşıyor. Onlara dokunmadan, ellerindeki sepetlere herkes bir şeyler koyuyor; bu şekilde hayatlarını sürdürüyorlar.
Koridorlar ışıksız, küçücük daireler karanlık, hava hep kapalı... Koridor boyu birçok evin önünden geçiyorsunuz; dairelerin kapısında budizmi simgeleyen materyaller var. O küçücük dairelerin bir köşesi mutlaka ibadet yeri olarak ayrılmış. Buda heykelleri, mum ve tütsüler... Tay insanı ev ziyaretine gitmez; misafir ağırlamaz. Ev sadece uyumak için kullanılıyor sanki. Hayat onlar için sokaklarda... Deli trafiğin müsebbibi bu kültür belki de. Burada tanıştığımız Türklerde bu kültürden etkilenmiş, bireysellik gözümüze gözümüze çarpıyor. Gurbet hasretiyle, misafirperverlik halkasını boynumuza geçiriverecekler gibi geliyor ancak havamızı alıyoruz. Kimse bizle ilgilenmiyor... Krizden karlı çıkanlar kervanına katılma gayretiyle vakadan sosyolojik bir çıkarsamada bulunuyoruz: Er kişi içersinde bulunduğu kültürün tesirinde kalır, huyundan suyundan nasibine düşüne alır.
Resmi din Budizm... Halkın %92’si Budist, %5’i Müslüman, geri kalanı Hristiyan.
Ayın belli günlerinde ölüler tapınaklarda yakılıyor ve sıcağa rağmen aydınlık olmayan hava, daha bir gri, daha bir hüzünlü oluyor.
Etrafa yayılan küllerden şikâyetçi Müslümanlar: “Yemek yediğimiz masalar, astığımız kıyafetler bile kül oluyor. Bu yakma günleri bize bildirilmiyor,” diyerek şehirdeki o kokuyu da ona bağlıyor birçoğu.
Tapınaklar çok ama çok gösterişli: Altın, güzel çiçekler, çeşitli meyveler, hoş kokulu tütsüler ve yüksek inşanın heybeti kullanılmış bol kepçe. Tapınağa girerken hayatımın en keyifli anını yaşıyorum. Örtülü arkadaşımla ben transit geçerken, diğer turist kadınlara eşarp, etek ve gömlek veriyorlar. Bir kez bile olsa, örtümüzün ayrıcalığını yaşamak çok keyifli. Amerikalı turist arkadaşlarımıza havamızı basarak ilerliyoruz. İlk olarak üç maymun heykeli çıkıyor karşımıza. Demek bu,‘görmedim, duymadım, bilmiyorum’ muhabbeti Budizmden geçme.
Çeşitli ebatlarda, büyüklükte ve cinsiyette heykeller var. Onlara çiçek ve meyveler sunulmuş. Puta yemek sunma ritüeli, Mekkeli müşriklerinkinin kopyası sanki. Müşrik müşrike benzermiş demek ki!
Bir tapınağa tırmanıyoruz ki aman Allah’ım! Çıkmakla bitmeyen, dar ve yüksek basamakları diyelim ki çıktınız, zirveye vardığınızda, “Hadi bir nane yedim çıktım buraya, peki geri nasıl ineceğim?” demeniz kaçınılmaz.
Orada tapınan Budisleri görüyorsunuz. Tabi hepsi genç; yaşlı olanlar nasıl tırmansın? Onlar nasıl ibadet ediyor acaba? Dua ederek sürekli tavaf yapıyorlar. Yahu, bu da bizim dine benziyor, şaşıyorum.
Mum, tütsü yakıp dua ettikleri mabede ayakkabılarını çıkarıp giriyorlar. Her yer turuncu kıyafetli rahiplerle dolu. Dikişsiz kıyafetleri sarmaları hacılarımızınkiyle aynı… Bir rahiple sohbet ediyoruz. Neden bu kadar mutlusunuz, çok güler yüzlüsünüz deyince, klasik turist manik fazındayız diyemeyip, “Huzur İslam’dadır” diyebiliyoruz. Resim çekilme teklifimizi reddediyor rahip: “Bana dokunmayın,” diyor.
Anlayamadığım biz mi onlara, onlar mı bize benziyor ve de Buda gerçekten de Hak dini getiren peygamberlerden biri mi? Kafam bir dünya... Uzatmayalım, sonuç olarak bizimde meraklı olmadığımızı, İslam’da da temasın yasak olduğunu anlatıp, şu resmi çekiyoruz ve başımız göğe eriyor.
Hoparlörden mevlit tarzı bir ses geliyor sürekli. İçeriye giriyorum ki o da ne! Birkaç rahip oturmuş müşteri bekler gibi Budistleri bekliyor. Ellerinde kovalarla yiyecek ve giyecek getirenler, bunları rahiplere sunduğunda dua hakkı kazanıyor. Elindeki Buda resmini önünde saygıyla eğilen müridine göstererek başlıyor duasına. Parayı veren düdüğü çalıyor anlaşılan.
Yemek, yemek, yemek...
Akşam yemeğinde turistlerin sıklıkla tercih ettiği bir balık restorana gidiyoruz. Çok geniş bir mekan... Masa sayısı kadar garson var, iş gücünün ne denli ucuz olduğu buradan çıkarsanabilir. Burada yemek istediğiniz balıkları, hatta salatanıza konacak malzemeleri tek tek sizi takip eden görevli bayanın elindeki sepete koyuyor, kasada ödemenizi yapıyor ve masanıza oturup siparişinizi bekliyorsunuz. Porselen bir kâsede çorbanız geliyor, bu çorbayı yine porselen bir kaşıkla içiyorsunuz ve çorba bittiğinde başınızda bekleyen garson tekrar doldurmak için hamle yapıyor. Bu çorbadan sınırsız içme hakkınız var; ‘Hayır!’ deseniz de emin olun müthiş bir çorba. İçinde hayatınızda görebileceğiniz en iri mantar, sarımsak, balık ve çeşitli baharatlar var.
Masanın ortasında dönen bir mekanizma var. Almak istediğiniz malzemeyi denk getirip almanız refleks kabiliyetinize bağlı. Yahut kaderinize razı olup çatalınızı kaldırdığınızda önünüze gelen tabağa daldırmanız sizi en profesyonelce gösterecek tutum olur. Lezzet tercihinizse eğer, acemi görünmeyi kabul ettiniz demektir. Yemek sonrası, nilüfer yaprakları ve limon dilimleriyle süslenmiş su dolu bir fanusda, ısıtılmış havlular eşliğinde ellerinizi temizliyorsunuz. Eve dönerken mutlaka gece pazarına uğramanız, envayi çeşit tropikal meyvelerden birer adet almanız, ilginç şekilleri ve muhteşem tatları aracılığıyla Rabbimin nimetlerine şükretmeniz önerilir.
Gezip gördüğümüz sizin olsun demeyip, yiyip içtiğimizi de aktardıktan sonra özet tadında son sözlerimizle bitirelim yazıyı...
Tayland Uzak Doğu’yu görmek isteyenler için inanılmaz bir prototip. Şu soru ve yanıtı çok anlamlı sanırım. Uzak Doğu gerçekten uzak mı? İklimi, coğrafyası, mutfağı, kültürüyle insana biz aynı dünyada mı yaşıyoruz gerçekten dedirten, kendi küçük dünyasından sıyrılıp dünya insanını tanıma, kendini tanıtma zorunluluğunu damarlarında inceden bir sızı şeklinde hissettiren, en ırağı en yakın yapma gayreti ve hedefi kazandıran bir diyar Tayland. Bu meyanda mümin olma gayretinde olan bir faniye kazandırdıkları paha biçilemez. Tapınakları, doğası, yeşili, rengarenk sokakları, ilginç insanı, bir o kadar ilginç yemekleri, kokusu, kültürel dokusuyla mutlaka görülmeli ve tefekkür ehli için materyali bol, kıtlama şekeri tadında bir ülke..