Hepimize Karşı Oynanan Bir Oyun: Futbol
İlk heyecanlarını babasının omzunda, yüzü gözü boya içinde, üstünde tuttuğu takımın eşyaları ile toplu halde bir zikir ayini coşkusu ile stadyumda ya da ekran karşısında tadan bir çocuk kurbandır…Futbol tanrısına kaç nesil, kaç milyon yürek kurban verdik, veriyoruz, vermeye devam edeceğiz? Mabetlerdeki sunaklar daha ne kadar kanla yıkanacak, kaç körpe beden canhıraş haykırışlarla ter içinde tepinerek ırlaya ırlaya can çekişecek? Hayatında bir kez olsun bu soruyu kendine soracak kaç ehl-i insaf kaldı?
Endüstrileşmiş organize bir faaliyet olarak ne futbol, ne basketbol ne de benzeri diğerleri bir ‘spor’ değil, kitlesel bir histerinin şuur kaybı, kolektif bir sanayinin dumansız bacası; siyaseti, ekonomiyi, medyayı parmağında oynatan etkin bir lobidir… “Futbolun patronları ile bakan bir araya geldi” haberi size de derin bir ‘oyun’dan haber vermiyor mu? (İlk gençlik yıllarından itibaren spor yapmaya gayret eden, gerektiğinde top oynayan, bilhassa doğa sporlarına önem verilmesi gerektiğine candan inanan, izcilik gibi faaliyetlerin militarist içeriğinden arındırılıp, doğayı bir kitap gibi okuyabilmeye, irade terbiyesine yönelik ‘insanileştirilmesi’ne fevkalade önem veren biri olarak söylüyorum bunları…)
Sanmayın ki şimdilerde futbolda şike var, asıl şikeyi hayatımızın içini boşaltan, kafalarımızı birer topa çeviren, verdiği suni coşku ve sahte sancılarla bizi bir yalana razı eden, bünyelerimizi ıvır zıvırla beslenmeye alıştırıp gizli açlığa mahkum eden futbol kültürünün kendisi yapıyor. Futbol hayatlarımıza şike yapıyor.
Bizim dışımızda kurulmuş sistemli bir ağ; futbol kulüpleri, ayaklarını kafamızın içine sokmuş yazılı görsel medyası, içimizden kandırdığı amigoları, elini cebimizin içine demirlemiş gizli bir şebeke ile her türlü cazibe araçlarını kullanıp bizi kalbimizden kuşatarak bize karşı şike yapıyor…
Heyecanlarını, akıl ve gönül enerjilerini çim sahalara, büyük ekran televizyonlara gömen, bütün gündemini buradan aldığı sloganlarla hoyrat, seviyesiz muhabbetlere hapseden milyonlar… Vahşi iletişim dilini hoyratça kullanan kara kütleler… Öylesine geçen hayat dakikaları, üç-buçuk köpüklü heyecana sığışmış koskoca bir ömr-ü heder…
7’den 77’ye sakız gibi çiğnenen futbol geyikleri… ‘Filanca kaç paraya transfer olmuş, falan teknik direktör o oyuncuyu niye oynatmış, o pozisyon ofsayt değilmiş, bilmem ne hakem taraf tutmuş’: bir yığın zırva, bir yığın herze… Mahallede, sokakta, evde, işyerinde, markette, berberde, internette, neredeyse her tv-radyo kanalında, gazetelerin yarısını bulan sayfalarında, eklerinde, futbolun her türlü serseri muhabbetleri her yerde… Bıkmadınız mı, usanmadınız mı, gına gelmedi mi, bunun bir sonu yok mu? Azıcık derine ilişen, öze dokunan bir sohbette ‘kafayı yemiş adam’ muamelesi görmek, bön bön suratlara bakmak, yüzeyselliğin tiksinç egemenliğine her daim boyun eğmeye zorlanmak… Nereye kadar bu kıyım, bu bitimsiz bayağılık kültürünün işkencesi?
Bitmiş bir maçın saçma, bayat bir pozisyonunu ekranda dondurup ileri geri aldıra aldıra, kocaman kocaman adamların incir çekirdeğini doldurmayan mevzuları kılı kırk yaran bir dikkatle dünyanın küresel kurtuluşunu konuşuyormuş ciddiyetiyle yaptığı konuşmalar, programlar… Futbol müfessirleri, maç fakihleri… İnsanın temel sorunlarına ilişkin bir tane cümle bulamayacağınız, slogan, gevezelik ve holiganlık kumkuması gazete yorumları, haber curcunası…
İlk heyecanlarını babasının omzunda, yüzü gözü boya içinde, üstünde tuttuğu takımın eşyaları ile toplu halde bir zikir ayini coşkusu ile stadyumda ya da ekran karşısında tadan bir çocuk kurbandır… İlk heyecanlar kişiliğimizi derinden şekillendirir ve daima tekrarlanmak istidadındadır.
Göğün heybetini ilahi bir titreyişle seyretmenin ilk heyecanıyla tanışan bir çocuk, bir hakiki sohbet halkasının koynunda dinginliğin ilk tadını alan çocuk, manevi hazların koynunda uyanan bir ruh nerede, bir “çocuk adam” (ah bu ‘içimdeki çocuk’ efsanesinin sahte avuntuları) olan babasının, dayısının, amcasının ya da bilumum büyüklerinin yanında ‘re re re ra ra ra’ nidalarıyla zıplayarak heyecanlanan çocuk nerede… Soru şu: İlk heyecanlarınız ne üstüne, ne ile alakalı, nelerden müteşekkil ey çağın çocukları? (‘Heyecan israfı’ dediğim bir şey var benim, çöle akan nehirler gibi buharlaşan varoluş enerjileri…)
Gökte ay’ın ikiye bölündüğünü ışıl ışıl bir gecede apaçık görse kılı kıpırdamayan, hiçbir heyecan belirtisi göstermeyen, fakat spor kanalında sıradan bir gol pozisyonunu yerinden fırlayarak, bağıra çağıra izleyen bu adam neyin nesidir? Herhangi bir futbolcuyu karısından, çocuğundan daha çok ilgiye, duyguya boğan bu kişi necidir? Bilgisayarda oynadığı futbol oyunundan başını kaldırmayan, maç izlediği televizyonun önünden geçen herkese öfke ile bağıran, şiddet dolu bu kişi kimdir? Ezbere üç şiir dimağında bulunmayan, şiir okumak deyince aklına İstiklal Marşı’ndan, takımının marşından başkası gelmeyen; beş bilim adamı ismi, beş şair, beş düşünür, beş alim adı sorsan suratına aptal aptal bakan, lakin Avrupa liglerinin tüm futbolcularını çorap markalarına kadar bilip sıralayan bu genç nasıl bir gençtir? X Men, Mutant, Ölümcül Deney ürünleri aramızda mı dolaşıyor? Allahım bu bir kabus olmalı, çağın kabusu…
Bu devran böyle sürdüğü müddetçe bil ki bu oyuna hep seyircisin, hep seyirci kalacaksın. Hayatı ıskalayacak, ıslıklanası bir hayatın katili olacaksın ey dostum… Bul karayı al parayı yapıyorlar, canbaza bak oyunu oynuyorlar; tüm bunlar olurken karanlık eller cüzdanlara, yaşamın pırlanta derinliklerine uzanıyor arkadaşım. Senin pasif bir seyirci olman üzerine, sahaya inmemen üzerine kurulu müthiş bir sistem var, küresel bir sistem bu: Anlamıyor musun?
Öyle etkin, öyle baskın, öyle yaygın, öyle güçlü bir sistem ki bu herkes bu sisteme yağcılık yapmak, en azından ses etmemek, şimşekleri üzerine çekmemek için uğraşıyor. Siyasetçisi seçmen kitlelerine göz kırpmak, güç odaklarına yeşil ışık yakıp şirin görünmek adına ‘hangi takımı tuttuğunu’ sık sık söylüyor, sınıfa giren öğretmen öğrencilerin kaba heyecanlarını okşayıp tutulmak için futbol geyiklerinden medet umuyor ve daha neler neler… Sistem bunlarla daima semiriyor, kendi dışındaki her şeyi yutmaya aday bir canavara dönüşüyor. Sadece forma, kaşkol, kombine bilet, medya reklamı, anahtarlık, eşantiyon vs. üzerinden yürüyen ekonomik yapıya göz at, göreceksin semirmenin boyutlarını… Bunlar işin küçük kısmı, büyük kısmı bazı ülkelerinin bütçelerini aşar… Bazen devletlerin kulüpler tarafından yönetildiğini, hatta devletler değil kulüp devletler olduğunu göreceksin…
İyi bak, dikkat et göreceksin, duygu buharının körlüğünde sıyrılırsan, takımının renkleriyle bezeli plastik gözlüğü çıkarırsan göreceksin… Bu okuduğun da bir yazı değil, yitik nesiller adına çağın bir şahidinin feryadı… İyi dinle, duyacaksın…