Hayata Ne Kadar Yakın, Ölüme Ne Kadar Uzaktayız?
Yorgun bir günün akşamında ailecek film izliyorduk. Filmdeki kadın kahraman hayatının en güzel, en albenili döneminde yaşıyordu. Başarılı, güzel ve erkekler tarafından arzu edilen bir kadındı. Hepimizin hayatındaki gibi hayatının en önemli zamanlarını iş ve eğlencede geçiriyor.
Arkadaşları, köpeği ve gece hayatıyla “dünya bana güzel” deyiminin hakkını veriyordu.
Derken zayıflamaya başladı. Tam da terfi aldıktan hemen sonra…
Ve doktora gittiğinde kolon kanseri olduğunu öğrendi. Ama bir problem yoktu. “Nasıl olsa bir çaresi vardır.” diyerek umutla değil ama ciddiye almadan, yok sayaraktan, yaşamına kaldığı yerden devam ediyordu.
Biz doğal olarak acı çekmesini, hayatı sorgulamaya başlamasını falan beklerken; onun hiç de öyle yapmaya niyeti yoktu. Yaşamla dalga geçercesine yaşadığı andan alacağı keyfin derdine daha fazla düşmüştü.
Derken kızım dayanamadı ve “Az sonra ölecek, fakat yaptıkları ne kadar da saçma sapan şeyler!” dedi.
Bir şeylerin yanlış olduğu belliydi... Ama kızım bir anda en doğal haliyle söyleyivermişti işte…
Filme dair ağzından öylesine çıkardığı bu sözcük demeti beni kalbimden vurdu… Az sonra ölecekti ve ne kadar boş şeyler yapıyordu...
Sonra düşündüm: hepimiz, bu yazıyı yazan ben, bu yazıyı okuyan sen ve hepimiz az sonra ölecek olanlardan olmayacak mıydık?
O kadın alışveriş yapıyor, köpeğine kendisinden sonra bakması için birilerini ayarlıyor, sevgilisiyle şakalaşıyordu. Fakat en önemli sorunu ona “Ben kimim ve burada ne işim var ve ben nereye gidiyorum?” diye bir soruyu sordurmamıştı.
Ya bizler, ondan farklı mıyız? Az sonra ölecek gibi davranmadığımızı, borsayı takip edişimizden, sezon sonu indiriminden, önümüzdeki yıl için ihtiyaç duyabileceğimiz kışlıkları almaya çalışırken, derin dondurucuya on beş günlük yiyecek stoklarken, ondan daha farklı davranıyor muyuz?
Bizim de öleceğimiz kesin ama sadece zamanı belirsiz bırakılmış. Bu belirsizlik bizim vehmimizle birleşince hayattaki önemli ve öncelikli yapmamız gerekenler de birer birer alt sıraya düşerken, hiç ihtiyacımız olmayan birçok şey, hem zamanımızın hem de kalbimizdeki en derin duyguların israf edilmesine neden oluyor.
“Ne yapmalıyız anlamlı bir yaşam yaşamış olmak için?” En can alıcı soru budur.
Filmdeki kızın amacı kendi sahibiyle bağ kurmak olmadı. O, insanlarla etkileşim içinde olarak, ölene kadar da hazların oyalanmasında kalarak; öldükten sonra da arkasından ağlanması yerine, dua edilmesi yerine, bir parti yapılmasını isteyerek ve hatta kendi ölüm partisini yine kendisi hazırlayarak bu dünyadan ayrıldı...
O da bir yol tabii... Fakat insana yakışan, anlamlı bir yol olduğunu sanmıyorum. En azından bu haliyle yeterli değil!
Umutla hayata kalbimizi açmak ve gelen hastalıklarda isyan etmemek kısmı güzel... Ama her hastalığın üzerinde düşünmemiz gereken, Sahibimiz ile bağ kurmamız gereken, ruhumuzla idrak etmemiz gereken bir yön daha var. Ve en önemlisi de bu.
Ruhumuz, bütün gücüyle ebedi olmak isterken, aklımız da İlahî olanın gösterdiği ışıkla aydınlanmalı. Yoksa hazların bir avuç mutluluğuyla kendimizi acılara karşı anlamsız bir oyalanma içinde kıvranmaya mahkûm ediyor olacağız...
Filmdeki kız da bir ara kendi gidişine ve arkasında bıraktıklarının hayatlarına devam edecek oluşlarına üzüldüğünde üstünde düşünecekti belki de... Ama hemen kendini yeniden hazların kucağına attı. Ve ölüm gelene dek, ölüm yokmuş gibi yaşadı...
Epiküros’un modern zamanlara bir uyarlamasıydı sanki. Ve aramızda Epiküros yok ama “Epiküryen mantık” her yerde kol geziyor. Başımız sıkışmadan hazları bırakıp ya da erteleyip, bu dünyayı ve bu dünyada anlamlı bir şeyler yapmanın zamanı ya şimdidir ya da hiçbir zaman...
Gerçek olanın, kalıcı olanın, geliştirenin ve sahibimize yaklaştıranın sahici olduğu; geriye kalan her şeyin ise sadece bir küsurata dönüştüğü bir gerçeklikte yaşadığımızı unutmamak lazım...