Hayalleri Hayalimiz Olmalı
Toplumsal yapımıza egemen olan “güve etkisi” birbirimize olan güveni kemirmeye devam ederken güvenliği de tehdit eder duruma geliyor. Huzur, esenlik, güvenlik, barış umutları endişeye dönüşüyor. Ölümler ve “kutsanmış ölümler” üzerinden yürütülen iktidar mücadelesi umutları soldururken hayalleri de köreltiyor. Bir arada yaşıyoruz ama birlikte bir hayalimiz, ülkümüz, mutluluk özlemlerimiz yok artık… Düşünemiyoruz da artık düşünmekten korktuğumuz için… Gülemiyoruz da artık doyasıya, ayıptan sayıyoruz… Tek tük tekleyen başarılarımıza bile alkış tutamıyoruz protestodan sayılır diye… Amerika’dan bile olsa Nobel kazanmış bilim adamımıza (Prof. Aziz Sancar) doyasıya sevinemediğimiz gibi, güldüren adam Levent Kırca’nın veda mektubuna alkış tutamıyoruz. Hayatın nesnesi, gerçeklerin küspesi olduk, fermente olmayı bile beceremeden çürüyoruz içten içe…
Tarih 10 Ekim 2015 idi ve güneşli serin bir güz sabahı inmişlerdi Ankara’ya; barışa çağıracaklardı yürekleri romatizmaya tutulmuşları… Kimisi çocuklarıyla oradaydılar, kimisi eşleri, kimisi yavukluları, kimisi dostları, kimisi yoldaşlarıyla… Ve en doğal halleriyle, yani insanlıklarıyla… Sosyal, siyasal, inanç kimliklerinden ve her şeyden önce insandılar ve birinin varlığı diğerinin varlığına muhtaç insandılar… çoğu birbirlerini tanımıyordu bile… Ama hayalleri birdi, umutları birdi, idealleri birdi… Öldürüldüler paramparça ve paramparça uzuvları birbirlerine karışmıştı… Baktık hepsi insandan parçalardı, ne şu milliyetten, ne şu inançtan, ne şu görüşten belli olmuyordu… Ama biz geride kalanlar onları yinede aidiyetlendiriyorduk utanmadan: Şu görüşten, şu milliyetten, şu inançtan… İnsanlığımızdan utandığımızdan olsa gerek, “insandılar…” diyemiyorduk…
Ankara’nın güneşli güz sabahları cam gibidir, havası serince… Güneş yükseldikçe içini ısıtır insanın, hele birde havada barış havası varsa ısını verirsin Ankara’ya… Bozkırın kavurduğu yürekler ısınır… Ne kapalı kapılar ardındaki planlar, ne pazarlıklar, ne sinsi kurnazlıklar umurun olur… Ve kapalı kapılar ardında barıştan korkanlar çıkıverir sahneye… Barış vurulur… Barış paramparça olur… Ağıtlar yakılırken ölenlere, ölümler kutsanır demeçlerde… Kutsanmış ölümler üzerinden nafile barış aranır bağıra çağıra…
Kanıksadık ölümleri… Kanıksadık ve sayılara döktük. Sayılara döktükçe daha bir kanıksadık… Ve ölümler bize uzak oldukça istatistikleştirdik kolayca, tasnif ettik, sınıflandırdık, metalaştırdık unutması kolay olsun diye… Ve unuttukta ve unutturdukta… Biz unuttukça yeni ölümler geldi ardı sıra… Tasnif ettik, sınıflandırdık, metalaştırdık ve unuttuk ve unutturduk…
Ve Ankara Ankara olalı böyle vahşet görmemişti. Devleti aradık Ankara’da, devletimizi aradık… Devlet ambulansıyla geldi Ankara Garı’nın meydanına, gaz fişekli polisiyle, olay yeri inceleme ekibiyle… Bedenler parçalandıktan sonra geldiler… Koruyamadılar barışı, devlet de bilmiyordu nicedir barışın anlamını… Barış adalet demekti, paylaşmak demekti, emek demekti, onur demekti, umut demekti, gelecek demekti… Ölümler üzerinden hatırlar olduk artık barışı… Ölenlerin diyeti var üzerimizde, hakkı var… Ölenlerin hayalleri boynumuza asılı artık tüm ağırlığınca… Bu ağırlıkla hayal bile kuramıyoruz. Oysa ki hayalleri hayallerimiz olmalı üzerimizdeki diyetin hakkını ödeyebilmek için… Tarihe borçlu kalmamak için… İnsanlığımızı yeniden hatırlayabilmek için… 13.10.2015