Haset Etme Ne olur Çalış Senin de Olur!
Geçen yazıyı okuyanlar hatırlayacaklardır haset, kıskançlık ve gıpta arasındaki farklara temas etmiş hasedin tarihine bakmış ve bir soru ile konuyu açıkta bırakmıştık. Hatırlayalım sorumuz şu idi: Acaba zekâ ile hasetten korunabilmek
mümkün müdür? Yoksa başka nelere ihtiyaç vardır?
Burada hemen zekâ ile akıl arasında bir ayrım yaptığımı belirmek isterim. Zekâ sorun çözme esnasında kullandığımız hassamız iken akıl doğru ile yanlışı ayırt ederken kullandığımız hassadır (akıl Arapça kökenlidir ve develerin çiftleşme dönemlerinde şehvetten gözleri döndüğünde hırslarına kapılarak sağa sola saldırmalarını engellemek amacıyla ayaklarına takılan prangaya denirdi. Bu arada hırs kelimesi de develerin bu dönemde ağızlarından akan salyaya denirdi). Kısaca başına takılı bulunan aklı ile insan hırslarına gem vurabilir hale gelir. Bu bakımdan hasetten korunma ve eğer içine düşüldü ise kurtulma yolundaki ilk adım (hasetten korunmanın ve içine düşüldü ise çıkmanın diğer adımlarını makalenin konusu olmadıkları için burada zikretmiyorum) hem zekâyı hem aklı aynı anda ve birlikte çalıştırmaktır. Zekanın akıldan fazla olması ve daha çok çalışması insanın felakatine yol açabilir. Çünki bir insanın zekâ seviyesi akıl seviyesine göre fazlalık arzettikçe içine düştüğü hasetlik durumuna çok daha iyi kılıflar bulabilmekte ve bunları örtebilmektedir.
Neticede hasedin kendisi adam öldürme, hırsızlık, zina gibi görünür suçlardan değildir. Bu yüzden çok daha rahat gizlenebilmektedir (görünmez olması insanları zaman zaman hasedin suç olmadığı yanılgısına düşürür). Bu örtü öyle iyi ve ustaca tasarlanır ki ne haset edilen ne de üçüncü şahıslar bunun farkına varabilirler. Zekâ seviyesi akla göre bir kat daha yükseldiğinde zekâ bu sefer haset edenin de aklına muhtelif oyunlar oynamaya başlar ve haset edenin bu yıkıcı duyguya kapıldığını hissetmesini engeller. Haset eden artık bilmeden haset etmekte ve zekânın oyuncağı haline gelmektedir. Akıl ile zekâ birlikte hareket ettirildiğinde ise hem haset etmemenin adımları bulunabilecektir hem de kendine haset ettirecek, hasedi teşvik edecek, celp edecek, kamçılayacak tavırlardan kaçınmak mümkün olabilecektir. Bunların başında da ilkin kimseyi hiçbir zaman ve hiçbir şekilde küçümsememek gelir (bu noktada Büşra filminde esas oğlanın ilk sevgilisinin evinde kadının rahatlamak için takip ettiği yol ile alay etmesi ve su tabancası ile mumlarını söndürmesi ve Amadeus filminde ise Mozart’ın Salieri hakkında toplum hakkında ileri geri konuşması hatırlanabilir).
İkinci olarak kimseden hiçbir konuda yardım talebinde bulunulmamalıdır (bu noktada da kutsal kitaplarda geçen Yusuf’un kıssası ve yine Amadeus filminde Mozart’ın balesini sahneletmek için Salieri’ye başvurması hatırlanabilir).
Üçüncü olarak en yakınımızda gördüğümüz insanların baş düşmanımız olabileceğini unutmamak ve ihtiyatı hiçbir zaman elden bırakmamaktır. Bu, sonuç itibariyle insanı herkese karşı güvensizlik içine itebilirse de akıl ile zekâ birlikte kullanılarak yine de -evlilik dâhil- sağlıklı içtimai ilişkiler kurmasına engel olmayacaktır.
Dördüncü olarak her türlü mahremiyetin azami muhafazasına ve sahip olunan sırların açığa çıkmamasına çalışmaktadır (bu noktada da Amadeus filminde baş hasetçi Salieri tarafından hafiye olarak tutulmuş olan kızın ilkelere aykırı olarak tanımadan etmeden ev hizmetine alınması hatırlanabilir). Netice itibariyle haset edilen kişi cüceler (mediocre) ülkesinde yaşayan yüksek bir insandır. Ayrıca çukurdaki herbir cücü içlerinde yükselme ve büyüme istidadında olanları daha baştan itibaren paçasından/eteğinden tutup aşağıya çekme faaliyeti içindedirler. O yüzden çok dikkatli olunmalıdır.
Ayrıca şu da unutulmamalıdır ki önemli olan neticedir. Netice esas itibariyle hakikatın kendisidir. Cisim ve zahiri görüntü netice değildir. Nitekim haset edilen insanın bedeni haset yüzünden belki zarar görmektedir ama Şeytan ile Âdem’in (Salieri ile Mozart’ın) aynı anda birlikte varolması ve aynı iş üzerinde beraber müdahil olmalarından mükemmel neticelerin doğması mümkün olmaktadır. Neticede cisim değil (Mozart’ın cismi erken yaşta görünmez olmasına rağmen eserleri yani) hakikat parlamakta ve yaşamaya sonsuza kadar varolmaya devam etmektedir. Burada hasede karşı ihtiyatlı olmaya, ihtiyatlı davranmaya eğer şu yönden itiraz edilirse benim de ona bir itirazım ol(a)maz: İhtiyat elden bırakılsa ve sonuçta hasetten zarar görülse de bu zarar zahiridir ve haset esnasında ortaya çıkacak mükemmel netice/ürün/eser/hakikat baki ve hayatdar ise ihtiyata da gerek yoktur.
Şimdi de hasedin sonuçlarına bakalım isterseniz.
Ateşin odunu yakıp bitirmesi gibi hayırları, iyilikleri, güzellikleri yakıp bitiren hasedin sonuçları bireysel ve toplumsal olarak iki boyutludur:
Bu boyutlara geçmeden önce belirtilmek isterim ki haset, kıskançlık ve gıpta aslen karşılıklı olarak hem rekabete yol açarlar hem de rekabet hissinden doğarlar. Çünki insanların ekserisi hem kendi geçmişlerine hem de diğer insanlara nispetle, ilerlemiş olmak isteği ile dopdoludurlar. İşte bu rekabet hissi beşeri ve içtimai terakkinin zembereğidir. Hasedin sonucu ortaya çıkan rekabet ile çürüklerin elenip sağlamların geriye kalmasını beşeriyetin ilerlemesi için olumlu ve hatta gerekli görenlerin başında Darwin’e dayanan doğal seçilimciler (natural selection) gelir. Evet, bu kurama göre çürükler elenir ve sağlamlar yaşamaya devam ederler. Ancak burada gözden kaçmamalıdır ki sağlam olan her zaman ince duygulu, ahlaklı veya sanatlı olmayabilir. Zaman zaman ve belki de çoğu zaman bedenen ve iktidaren güçlü Salieriler karşısında elenen bedenen zayıf ama sanat itibariyle yüksek Mozartlar bulunabilir. Sonuç itibariyle böyle bir durumda topluluk içinde güçlülerin sayısı oran olarak artar ama “kabalık, sertlik” ile beraber artar.
Yine toplumsal sonuçları itibariyle Russell gibi bazı yazarlarca ortaya konulduğu üzere haset, demokrasi ve eşitlik hareketlerinin arkasındaki itici güç olsa da (Bertrand Russell, The conquest of happiness, NY 1930: 90, 91) bu onun topluluk içi tesanüdün (dayanışmanın) kırılmasına, kardeşlik duygusunun ve birarada yaşama isteğinin yok olmasına yol açtığı gerçeğini de değiştirmez.
Yukarıda rekabet hissinin akıl ile hadd-i vasatta tutulduğunda buna gıpta dendiğini, aşırılığa kaçtığında ise haset halini aldığını söyledim. İlki olumlu rekabete ve “incelikli ve yumuşak” bir gelişmeye ikincisi ise yıkıcı rekabete ve “kaba ve sert” bir değişime götürmektedir bizleri, ister istemez.
Bireysel olarak bakıldığında ise haset edilenin ölümünün istenmesi ve becerilebilirse öldürülmesi en uç noktada görülen sonuçtur. Bu en uç noktadan nazar değmesine kadar derece derece diğer sonuçları düşünmeyi okuyucularımın fehmine bırakıyorum.
Haset eden için ise ne tür sonuçların doğabileceğine baktığımızda bunların hapishanelerde/akılhastahanelerinde çürümek veya en iyi ihtimalle daimi bir huzursuzluk ile karışık mutsuzluğa (Bertrand Russell, The conquest of happiness, NY 1930), sinirsel/gerilimsel hastalıklara (örneğin Young Adult filminde Mavis Gary’nin başına geldiği gibi) ve ülser gibi türev hastalıklara duçar olmak olduğunu görürüz. Haset kelimesinin karşılığı Batı dillerindeki karşılığı olan envy/envienin kökü de çok manidardır. Envynin geldiği Latince invidia (in (üzerine) + videre (bakmak/görmek)) gözünü yükseklere dikmektir. Bunun sonuncunda da sahip olduklarını göremez olma anlamı esastır. Ayrıca son araştırmalar da gıpta edenin düşüncelerini işi üzerinde daha fazla yoğunlaştırabildiğini, zihni dayanıklılığını arttırdığını ve hafızasını ıslah ettiğini gösterir bulgulara erişmişlerdir (Sara E. Hill, D.J. DelPriore & P.W. Vaughan “The cognitive consequences of envy: attention, memory, and self-regulatory depletion” Journal of Personality and Social Psychology, 101/4, 2011: 653-666). Bu aslında uluslararası iktisatta da cari olan “arkadan gelenin daha az hatalı iş yaparak ilerlemesi” ile ilgili bir husustur.
Bu noktada bazı hayati sorular akla gelebilir:
Acaba inkârı kabil olmayacak bir şekilde insanın başta gelen hislerinden biri olan haset (Tanrı’ya inananlar için soru, boşuna mı insana derç edilmiştir?) faydadan hali midir? Meşru bir tarzı hiç mi yoktur? Bu huyundan vazgeçemeyen (ve bunu ruhiyatça ispatlamış) birine “haset etme !” demek ve boşuna nasihat vermek yerine bu duyguyu farklı ve faydalı şekilde kullanmasının yolunu göstermek mümkün müdür?
İmanlı olsun veya olmasın adaletperest insanlar için mesela zalimlere haset etmek meşrudur, faydalıdır demek mümkün gibi gözükmektedir. Çünki bu ikinciler sahip oldukları güçleri iyilik, güzellik için değil kötülük, çirkinlik ve diğerlerini ezmek için kullananlardır. Bunların elinden o gücün çıkmasını temenni etmek ve gücün onlarda olacağına bizde olsun demek olumsuz değildir, müspettir. İlla ki birinciler de gücü ele geçirdikten sonra bozulmasınlar. Anti-kapitalist kümelerden bir kısmının söylediğinin tersine, bozulmadan güç sahibi olmak mümkündür. Ancak bu husus bu makalenin konusu olmadığı için başka bir yazıya ertelemek daha uygun olacaktır.
Sonuç olarak vurgulayarak söylemek isterim ki gerçekten bütün mesele Âdem mi Şeytan mı olacağımıza karar vermek ve kararımızın arkasında durmaya çalışmaktır. Şeytan olmamak için de kesin çözüm, sahip olduğumuz kabiliyet ve imkânları Âdemlerin önünü tıkamak için değil ama elden geldiğince (o eli de geldirtmeye çalışmanın yollarını düşünerek ve bularak) açmak için kullanmaktır. Budizm’deki mutida ve İslam’daki ihlas da bir tanımı itibariyle başkasının sahip oldukları iyilikler, güzellikler ve zenginlikler ile iftihar etmek, haz/neşe duymak demektir ki bu erişilesi bir makamdır. Haset edeni de sevmek sevgilerin yücelerindendir. Haset etmeyelim n’olur...a