Güzel Şeyler Oluyor, Korkuyorum
Bu yazıyı -Allah korusun- “ben dememiş miydim” demek için yazmıyorum,
Bu yazıyı -Hak saklasın- “beni dinlemediler” diye de yazmıyorum,
Bu yazıyı -el-Hafiz esirgesin- “sakalımız yok ki sözümüz para etsin” diye hiç yazmıyorum,
Bu yazıyı -Allah’a sığınırım- “hiss-i kalbe’l vuku oldu” hilaf-i hakikatine binaen de yazmıyorum;
Korkuyorum…
Cesareto-metrem olmadı, bu sebeple korkak mıyım, cesur muyum bilmiyorum ama içimi anlamsız! bir korku kaplamış. Tabi, işin içinde bunca tecrübe varken korkmamak mümkün değil.
Bu memlekette ne zaman ki hayırlı bir adım atılır, aydınlıklara bir pencere açılırsa “birileri” bu süreci tam kalbinden vurmak için akıllara ziyan eylemler yaparak bizi derinden yaralar. Bunun için korkuyorum çünkü her yanımız yara bere…
Hayır, “iyi şeylerden sonra, mutluluklardan sonra kötü şeyler ve mutsuzluk olur” gibi bir batıl inancım da yok ama korkuyorum.
Sayın başbakanın Kılıçdaroğlu ile görüşmesi, BDP’nin olumlu görüş belirtmesi, MHP’nin çok talihsiz çıkışlarına rağmen bu görüşmelerin olumlu neticelenmesinde rol alacağına olan inancım son zamanlardaki olumlu gelişmelerden. Bunun böyle uyumlu sürmesini istemeyenlerin eli kolu bağlı oturacaklarına inanmıyorum ve korkuyorum.
Birkaç gün önce hükümet önümüzdeki eğitim-öğretim yılında Kürtçe’yi seçmeli ders olarak kabul etti. Kürtlerin inkârından kardeş bir dilin (velev ki kimi yerde yaşayan diller dense de) okullara girmesi çok anlamlı.
Korkuyorum,
Kürtlerin kart-kurt olarak anıldığı, Kürt diye bir ırkın olmadığı söyleminin devletin resmi "dini" gibi görüldüğü, kendilerini Kürt kabul edenlerin “bu hastalıktan kurtulmak için tedaviye razı olmamaları halinde" katledildiği, son olarak Kürtlerin kuyruklusunun makbul olduğu bir "Kürt tarihinden" bugünlere geldiğimizi göz ardı etmemeliyiz. Bu söylediklerimle “Kürtçe seçmeli ders oluyor, o zaman lütuf kabul edelim” demiyorum ama kahretsin, maalesef gerçekler bazen bu süreçleri yasamamızı zorunlu kılıyor.
Bir gülle baharın gelmeyeceğini biliyoruz ve yine biliyoruz ki bütün baharlar bir gül ile başlar.
Oysa biz ne çok güllere sahibiz. En başta “birbirimizi dinlemeden olmaz”a kanaat getirişimiz çok anlamlıdır. Görüşmelerin gerekliliğini kabul ediyoruz.
Eksikliğiyle beraber TRT ŞEŞ, Kürtçe yayın yapan radyo ve televizyonlar, Kürtçe vaaz, mevlid ve meal, seçimlerde Kürtçe propaganda, Kürtçenin seçmeli ders oluşu güllerimizdir ve bunlar küçümsenemez. Bundan önce tek tipçi, halkını cumhuriyete uyduramadığı için halksız yasamayı göze alabilecek kadar akıl tutulmasıyla gecen doksan yıl... Bu doksan yıllık süreçte "bizi bölmek istiyorlar" zehrini beyinlere zerk edilmiş bir halk var. Bunları dikkate almadan atılan her adım akim kalır, Habur'da olduğu gibi.
Korkuyorum,
Çünkü
Sayın başbakanın Kürtçenin seçmeli ders olmasıyla ilgili açıklamalarından sonra Leyla Zana inanılmaz güzellikte açıklamada bulundu, BDP’den birileri yetersiz bulsa da olumlu yaklaştı. Ülkede kimse “eyvaaah! bölündük” diye çığırmadı.
Unutmayalım, bu doksan yıllık süreçte çok acılar yaşandı, yaşanıyor. İnkâr edilmenin nasıl bir duygu olduğunu oldukça duygusal bir yazımda dile getirmeye çalışmıştım. Katliama uğramayı Kürtlere reva gören zihniyet, doksan yılın yetmiş yılında iktidardaydı. Asimilasyonun acıları Kürtleri derinden yaralamıştır. Köylerinin yangınını kilometrelerce ötelerde seyretmek nasıl bir duygudur Kürtler iyi bilirler. Çocukları kardeşlerinin çocuklarını öldürürken de kahroluyorlardı, öldürülürken de. Bu acı sadece Kürtlerde var.
Korkuyorum, çünkü şimdi artık birbirimizi anlayacak noktadayız;
Kimse, "hakkın değil vururum" demiyor; hükümet "hakkındır, elbette alacaksın" diyor. Sayın başbakanın insani ve vicdani olarak sorumluluklarını yerine getireceğine olan inancımız hiçbir zaman eksilmedi. İnanarak söylüyorum;
Kardeş bir halk olan Kürtler Türklerle “adaleti ayakta tutan” iki kardeş halk olarak yaşamak istiyor. Bin yıllık kardeşliği iki bin yıla taşımak istiyor. Bu sebeple artık g/ayrılıklara son verme zamanı. Bu anlamda seçmeli Kürtçe önemli bir adımdır, hakkaniyet adına “yetmez ama evet” diyoruz. İşte ben bu güzelliğimizi çekemeyenlerden korkuyorum.
Korkuyorum,
Çünkü dindarlar sorumluluklarının bilinciyle Allah'ın mazlum ve mağdur halklarının yanında yer almanın erdemini gösteriyor ve bu dualarla, gözyaşlarıyla karşılanıyor. İşte, Uludereli, Roboskili anneler İstanbul’da AKABE, AKDAV, AKV, Fatih Akıncıları, Hikmet Vakfı, İHH, Mazlum-Der ve Özgür-Der gibi dindar Sivil Toplum Kuruluşların misafiri ve bunu herkes sevinçle, duayla karşılıyor, şer arzulayanların sesi cılız çıkıyor, korkuyorum.
“Cemaat-hükümet savaşı!” diye mevzi kapma planları yapanlar vardı.
Ve
“Herkesin araları bozuldu, artık birbirlerine girdiler” dedikleri bir sırada Sayın başbakan Hoca efendiye “bitsin bu hasret” mesajıyla ülkeye dönme çağrısında bulundu. Bu mesaj çok anlamlı, önemlidir. Bu kadar yıl bir çeşit sürgün gibi yaşadığı Amerikalardan hasret çekmek zor mu zor. Hamdolsun o kötü günlerin var olan havası dağıldı. Uludere katliamı sonrası ülkeyi vesayet altına alan karamsarlık yerini çok olumlu bir havaya bıraktı ve bu “birilerini” fena ürküttü. Elbette ki Uludere failleri bulunmalı ve gereken yapılmalı ancak oluşan olumlu hava buna mani değildir.
Şimdi hükümete düşen görev bu fırsat kollayan “derin”lere karşı daha dikkatli olmaktır. Allah korusun bu olumlu havayı bozmak isteyenler çıkabilir. Hükümet her türlü fitne ve fesada karşı A, B, C… Z planına sahip olmalıdır.
Çünkü bu süreçten en çok İsrail/MOSSAD rahatsız ve bu rahatsızlığı başbakanı zor durumda bırakarak gidermeye çalışacak. MOSSAD deyip geçmeyin, hatırlayalım, 7 Subat 2012 Mit- Yargi krizi üzerinden başbakanı canevinden vurmaya kalktı.
Evet,
Ülkede iyi gelişmelerin estirdiği güzel havayı bozanların boş duracaklarına inanmıyorum ve korkuyorum. İyilik düşmanları her zaman kötülük planlarına sahiptirler.
İşte bu yüzden,
Korkuyorum, haksız mıyım?
Twitter: @AhmetAy_