‘Gülün Bittiği Yer’
Yay gibi gerilmiş sinirler, bulduğu her fırsatta sözlü veya fiili şiddet uygulayan kadın ve erkekler, agresif gençler, köşeye sıkıştırıla sıkıştırıla tırnaklamayı huy edinmiş kediler…
90’lı yılların başından itibaren doğanların bir kısmı belki tam olarak duyumsayamaz; fakat önceki nesillerin iliklerine kadar hissedip bildikleri “dayak, şiddet, acizleştirme, değersizleştirme” her çeşidiyle bu ülke için köklü bir fenomendir.
Hem kişisel hem de sosyal
Bugünlerde ağzımız bir karış açık ‘yok canım daha neler, bu kadar da olmaz yahu’, dediğimiz; ‘adam karısını sokak ortasında kurşun yağmuruna tuttu’, ‘kadın adamı uykuda bıçakladı’, ‘kendisine korna çalanı denize attı’, ‘kırmızı ışıkta birkaç saniye geç kaldığı için levyeyle dövüldü’, ‘zalim anne iki yaşındaki çocuğu döverek hastanelik etti’, ‘adam eve kapattığı eşine günlerce işkence etti’ ‘filanca ilde yediyüz kişilik bir okulda yapılan aramada dörtyüz öğrencide bilumum kesici, delici aletler bulundu’, ‘futbol maçında birbirine döner bıçaklarıyla saldıran taraftarlar stadın tüm koltuklarını da parçaladılar’… ‘şu oldu, bu oldu, şöyle oldu, ay böyle olur muydu’ diye izlediğimiz, okuduğumuz olayların bini bir para…
Peki neden? Bunca şiddetin, bunca tahammülsüzlüğün, bunca sabırsızlığın, patlamaya hazır bombalar galerisinde kelle koltukta yaşayışımızın kökenleri nerelere dayanıyor?
Genel plandaki terör, hayat tarzlarına tahammülsüzlük, iletişim dilindeki hoyratlık, üsluplardaki savaş; imkanlar, konumlar ve hayat tarzları üzerinden uygulanan aşağılamalara ne demeli? Mikro şiddetlerin dalga dalga doğurduğu makro şiddetler… İnsanın iç aleminde başlayan ve akın akın dışarıdaki yaşam alanlarına, merkezden çevreye etkisiyle taşan, çevrenin (örneğin medyanın etkisi) geri besleyiciliği ile azgınlaşan, sosyal hafızamıza her yönüyle kazınmış, adeta toplumsal genlerimize işlemiş gözü dönmüş öfke… Neden?
Gelin tüm bu sorulara biraz ‘günlük hayatın şiddeti’ (Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü’sündeki günlük hayatın totalitarizmini anarak), sokaktaki adamın yetişme tarzı, maddi ve manevi olarak ‘pataklanmanın’ kişisel tarihimizdeki ipuçları zaviyesinden bakalım…
Türkiye toplumunun herhangi bir bölgesinde, herhangi bir çevrede dünyaya gözlerini açan sen (yani biz) aile ortamındaki bağırtı çağırtı, birbirini yiyen ebeveynler, akraba savaşları arasında asabi babandan paçayı kurtardıysan mükemmeliyetçi annenden bir araba dayak yedin, paylandın, çoğu kere aşağılandın, adam yerine konulmadın. ‘Senden adam olmaz’ hikayeleriyle büyüdün. Eh o da aynı muameleye maruz kalmıştı birader… (Bu arada sözkonusu hikayeyi duymadan büyüyen insan Türkiye toplumunda nadirdir, sosyal hafızadaki en büyük tersinden motivasyon hikayesi, kendini değersiz hissetmenin alt yapısı ve uzantıları: ‘Memleket batmış abi, yok yok bizden bir halt olmaz, gideceksin bu ülkeden…’ sendromları.)
70 ve 80’lere damgasını vuran, ‘Alamancı’ amcaların ‘elin gavuru yapmış gardaşım, valla Alamanya’da sokaklara bal dök yala, bizim memleket ahır gibi yav’ havalanmaları, her şeyi Alamanya’ya bağlama kompleksleri… Biraz yurtdışı filan gören, kendini üstün-kutlu azınlıktan sayan bir grup seçkin sınıfın alaturka her şeye burun kıvırmaları… Ağzı kalabalık yarıaydınların yukarıdan bakan nobran edaları… (Böyle bir densize fi tarihinde Batı’nın tüm isimlerini keyifle andığı bir esnada İmam Gazali’den bahsetme gafletinde bulunmuştum da suratında küçümseyici bir edayla: ‘Ne çektikse bu imamlardan çektik, hem bu adam hangi camide imam dostum?” diyerek müthiş bir derinliğe imza atmıştı. Neyse geçelim…) Sosyal değersizlik hissinin başka boyutları… Bu ruh halinin değişik yansımalarını hala televizyonlarda gösterilen yerli filmlerde bile görürsünüz…
Kapkara bir önlükle (mavisi de pek farklı değil) sığırcık yavrusu gibi soğuk bir eylül sabahında gittiğin ilkokulda ilk duyduğun ses, patlak bir mikrofona asabi asabi üfleyen ve ardından ‘hazırol rahat’ çektiren buyurgan bir sesti: Rahat!, Hazırol! Tek kol hiza al, sınıfa marş marş…
Hatırla ki beden eğitimi dersinde sürekli bir düdük eşliğinde sol, sol, sol nidalarıyla, ‘kıt’a dur!’ uyarılarıyla nizami yürüyüş yaptın, eskaza sağ ayağını attığında ya zılgıtı yedin, ya da okkalı bir tokadı… Sınıfın huzurunda adi bir sebepten dolayı tek ayak üstünde dikildin, favorinden asılan bir elle birlik yukarılara çekildin, arkadaşlarının huzurunda rezil oldun. Kulakların neden bu kadar büyük sanıyorsun: Çekilmekten.
Sınıftan gürültü geliyor diye yediğin sıra dayaklarının sayısını unuttun. Parmak uçlarında hala o zalim cetvelin keskin, acılı izleri var… Tüm ortaokul da böyle geçti.
Dünyayı siyah beyaz algılayan kimi öğreticilerin mekanik ellirinde; sayısal ve sözel olmak üzere iki tür zeka olduğu, kafası matematiğe, fen’e basanlar ‘adam olacak çocuk’, sosyal ve benzeri konulara yatkın olanlarınsa ‘geri zekalı’ muamelesi gördüğü bir sistemin gadrine uğradın, belki tüm gelecek hayatına, tercihlerine damga vuran sorunlara gebe kaldın… Kendini güçsüz ve çaresiz hissettiğin devasa çarpık bir sistem karşısında alabildiğine acziyet yaşadın. Evet, anahtar kelime bu: acziyet… Öfke ve şiddetin ketum annesi: acziyet…
İlköğretim yıllarından sonra ya bir ustaya sanat, zanaat öğrensin, eli iş tutsun da para kazansın diye çırak durdun, ya tarlada rençber, taze işgücü oldun ya da kısmetliysen okumaya devam ettin… Çırak durduysan sittin senedir öyle geldiği için ustadan, asabi kalfadan, senden bir hafta önce işe başlamış çıraktan sürekli ama sürekli dayak yedin, şamar delisi kesildin, küfür işittin. Köyde özü gitmiş kabuğu kalmış, çoğu dinle alakası kesilmiş bir çok anlamsız gelenek ve göreneğin cenderesinde kıvrandın, bir iş hayvanı muamelesi görerek her türlü eziyete maruz kaldın. Seni ‘milletin efendisi’ filan avuntularıyla tıpışlayıp işe koştular… (Hep dişini sıktın, içine attın, yay gerildikçe gerildi.)
Hadi diyelim gençliğe adım attın, hep bir ‘sorun’ olarak algılandın. Sana bir ‘fırsat’ olarak bakan genel bir teamül neredeyse yoktu. Genç olmak eşittir sorun… Okuyup yazan zevat dahi kitaplarına, makalelerine sürekli ‘Gençlik ve Sorunları’ diye başlık attılar…
Liseye gittin diyelim, hevesle biraz uzattığın saçında kör bir makas iştahla tren yolu açtı, cinsiyetin kızsa çorap renginden dolayı kenara çekildin, saçındaki tokadan dolayı ağız dolusu hakaret işittin… Müdürün elma dalından kestiği güdük sopa ‘haydar’ın sık sık tadına baktın. Başındaki örtüyü bir işkence aletine dönüştürdüler, okulun merdiven altında namaz kıldın diye suçlu muamelesi gördün. (Üstelik dayak cennetten çıkmaymış, filanın vurduğu yerde gül bitermiş, kodun mu oturtacakmışsın, elin armut mu topluyormuş sen de vuraymışsın, herife kafayı anında gömecekmişsin…)
‘Artık büyüdüm’ dedin, ‘gençliğimin zirvesindeyim’ dedin, ‘bir şahsiyetim artık’ dedin, fakat o da ne: askere gitmedin. Sana kız da yok, iş de. Her şeyde karşında bir engel, sürekli gelen celp davetiyeleri. Vatan hizmeti, peygamber ocağı retorikleri, ‘hele bir aradan çıkar’ ikazları.
Tüm bu duygular eşliğinde askere gittin, daha kışlanın kapısından girer girmez, saçların yoluna yoluna tıraş edildin, koyun gibi hamama sokuldun, depocunun anana avradına küfredişine sustun, hışımla devre bekleyen öfkeli erlerin eline körpecik düştün, artık her gece yazılan nöbetler mi dersin, soğan patates soymaktan soyulan ellerin mi dersin, ‘komutanın itini gezdirmek’ten dolayı yaşadığın değersizlik mi dersin…
Nihayetsiz küfür, hakaret, cinsellik, birbirini ezme, sayısız kaytarma teknikleri… Sınırsız acizlik duygusu, kendini ‘yemyeşil bir hiç’ gibi hissetme, büyük bir güç karşısında derin bir boyuneğiş, zoraki ehlileştirme, yaratıcı zekanın kurnazlığa evrilerek sönüşü, beynini bir kösele gibi hissetme, mektuba (ya da mesaja) yazacak kelime bulamama…
Çoğu memleket evladı için ilk defa askerde öğrenilen organizasyon prensipleri: Manga ya da posta organizasyonu. Bu ilk organizasyon tecrübesi ile sivil hayata karışan erkeklerin bu askeri mantığı eve, dükkana, işe, yönetime, her türlü organizasyona gayr-ı ihtiyari transfer edişi… Askeri bürokrasinin sivil bürokrasiyi şekillendirişi. (Devlet dairelerinin soğuk ve asık suratlı çehresi, karşısındaki halkı her fırsatta paylayan kayıtsız memur ve memureler, yeni çektirilmiş 12 fotograf, sabıka kaydı, ikametgah senedi, damga pulu, resmi mühür ve imza… Bir resmi işlem için yaşanan eziyetler, horlanmalar, kepazelikler… Yeni yeni ağır aksak değişmeye duran bu manzara tanıdık gelmiyor mu?)
Kitlelerin maşeri vicdanını, kolektif hafızasını inşa eden, anlata anlata bitirilemeyen askerlik hatıraları… Sivil hayatta birbirine kızan herkesin gizli saldırganlığını havale ederek diline pelesenk ettiği meşhur laf: ‘Sen var ya askerde çok dayak yersin, adam ederler seni orada oğlum!’ Adam edilmeyi askeri yöntemlere sipariş eden enteresan bir halk zihniyeti… (Hayır, kimseyi askerlikten soğutmak gibi ucuz bir çaba içinde değilim, sadece neredeyse herkesin bildiği bir tecrübeyi sosyolojik bir gözleme konu ediyorum… Bunu biraz da Işık Koşaner Paşa’ya borçluyum, kendisine atfedilen itiraflarını izleyince gözümün önünden her şey bir film şeridi gibi geçti de ürperdim bir an…)
Yay gibi gerilmiş sinirler, bulduğu her fırsatta sözlü veya fiili şiddet uygulayan kadın ve erkekler, agresif gençler, köşeye sıkıştırıla sıkıştırıla tırnaklamayı huy edinmiş kediler… Bulduğu ilk fırsatta tüm bu ezilmişliklerinin telafisine yeltenenler, altta kalana çullananlar… Totalitarizmin her türünü birbirine gaddarca uygulayan stresli bir toplumun psikolojik dinamiklerinden birkaç enstantane… Bunlar deryadan bir damla biliyorsun ey okuyucu, meselenin sadece bir yönü…
Şimdi yeniden düşün en başta söylediklerimi, şimdi yeniden hayal et kendi hayatının kıvrımlarında ‘gülün bittiği yer’i. Rahmet Peygamberi’nin gül bahçesinde solan gülleri, Müslüman bir ülkenin evlatlarının gündelik yaşayışlarına yansımayan bir mübarek yolun merhametten oluşan güllerinin bitip tükendiği yerleri… Sönen ruhları, kararan hayatları… Savaşını bile rahmeti ikame için yapan bir Rehber’in hayattan sürgün edilişini… Gül yerine biten devedikenlerini…
Meraklısına Not: Yazının başlığını, elbette Ömer Lütfü Mete ağabeyi rahmetle anarak izlediğim Türkiye’deki şiddet gerçeğini konu edinen ‘Gülün Bittiği Yer’ filminden ödünç aldım…