Güle Güle Asumaaan!
GÜLE GÜLE ASUMAAAN!
Yetmiş dokuz yılının keskin kıştan kurtulup, bahara yaklaştığı bir günüydü. Karlar erimiş, bahar özlemi ses veriyordu. Yatılı kaldığım yurdumun kantininde çayımızı yudumlarken o gün okula gitmek istemiyordum...Ankara'ya bahar da gelse, içimizin pusunu alamazdı..! Olaylar, ölümler, kara haberler... ateş çemberinde taştan lezzet çıkarmaya çalışarak, dostluklardan medet umuyorduk.
Arkadaşım: 'Haydi benimle gel! Tez hazırlığım için psikiyatri polikliniğinde personel ve hastalarla röportaj yapacağım' deyince memnuniyetle eşlik etmiştim ona... Okula gitmiyorum bari faydalı bir iş yapayım düşüncesinin ardına sığınarak- vicdanımı rahatlatmak için- peşine düşmüştüm arkadaşımın...
Psikiyatri Polikliniğinin ürküten duvarlarının arasında merdivenlerden çıkarken içimde 'okulumu asmakla iyi mi ettim acaba? ' sorusu vardı..
Arkadaşımla önce bir kaç doktor ile kısa bir görüşme yaptıktan sonra koridorun sonundaki bir hemşire odasına girdik. Hemşirenin gösterdiği yerlere oturduktan sonra arkadaşım ile hemşire konuşurlarken ben de boşa bakan gözlerle etrafı inceliyordum... Odanın küçücük servis penceresi hastaların gezip dinlendikleri geniş bir salona açılıyordu. Biz konuşurken servis penceresinden kafasını uzatanlar, sağa sola meraklı bakışlarla içeriye göz atanlar, bize gülerek el sallayan çocuk tavırlı delikanlılar, hemşire kızmadıkça çekilmiyorlardı. Hemşire, bazen kızgın, bazen müşfik tavırlar takınarak cevap yetiştirmeye çalışıyordu onlara.
Arkadaşımla hemşirenin görüşmesi sürerken bir ara hastalardan ses kesildi gibi olmuştu ki; tekrar bir kafa uzandı içeriye. Çelimsiz ama sevimli bir delikanlı çevreye bakındıktan sonra beni görünce kahkahayı patlattı. Hemşire'ye dönerek:
'Buldumm! 'dedi ellerini birbirine çarparak...
Hemşire:
“Ne buldun Sinan?” Deyince, Sinan, “bidakka” işaretiyle pencereden uzandı, orada bulunan pikabın üzerine bir plak yerleştirdi ve düğmesine basarak sesin gelmesini bekledi... Orhan Gencebay'ın o yıllarda gündemdeki 'seni buldum ya! 'şarkısıydı üzerine koyduğu plak. Şarkı başlar başlamaz Sinan da bana bakarak, el kol hareketleriyle, yüzünün mimiklerini de konuşturarak şarkıyı söylemeye başlamıştı. Şarkı bitinceye kadar bir pencereden bir kapıdan görünerek, sadece bana bakarak söylüyordu şarkıyı. Hepimiz görevi falan unutmuş, Sinan'ın hareketlerini gülerek izliyorduk. Hemşire, birden bire kızgın tavırla pencereye ve kapıya doluşan, ona eşlik ederek el çarpan hastalarla birlikte Sinan'ı da kovalamıştı odadan ama iki saniye sonra Sinan yeniden pencereden kafasını uzatarak, suçlu çocuk edasıyla:
"Neyi bulduğumu anladın mı şimdi Nazire Abla?" Dedi.
"Anlamadım ne buldun Sinan?"
"Hayatımın aşkını buldum" diyerek beni göstermesiyle birlikte daha da gülüştük.
Hemşire Hanım, sakin ses tonuyla: 'Tamam Sinan'cığım biraz müsaade edersen getireceğim sana hayatının aşkını tamam mı?” deyince sessizce kayboldu Sinan ortalıktan. Arkadaşımla Hemşire, soruların cevaplarını hızlı hızlı tamamladıktan sonra sıra hastalarla görüşmeye gelmişti. Birlikte hastaların eğlendikleri salona geçtik.
Salonda okul sıraları, masalar, sandalyeler vardı. Koca koca adamların genel görünümleri, ilkokul çocuklarının teneffüsteki halleri gibiydi. Kimisi birbiriyle boğuşuyor, kimisi ağzı dolusu kahkahayla anlamsız tavırlarla gülüyor, bazısı elini yüzüne koymuş derince düşünüyordu.
Hastaların durumu ve yaşadıkları hakkında bilgi almak amacıyla sıranın birine üçümüz birlikte oturmuştuk ki koşar adımlarla Sinan tekrar geldi, beni ittirerek yanıma oturdu. Elini tokalaşmak için uzattı ve elimi bırakmadan:
“Adım Sinan.. 19 yaşındayım, lise mezunuyum, Sinoplu'yum...annemin adı:......,babamın adı:......'diye kimliğine ait bilgileri sayıp döktükten sonra masum bir edayla bana sorular sormaya başlamıştı. “Senin adın ne? Nerde okuyorsun? Nerelisin?” gibi birkaç sorudan sonra,
“Kaç yaşındasın?” dedi.
“
Ben yaşımı söyler söylemez neşesi ikiye katlanmıştı Sinan'ın:
“Seni buldum! Biliyor musun şimdiye kadar seni arıyordum ben. Yaşlarımız da aynı bak! Birbirimize ne kadar uygunuz değil mi?” diyerek tuhaf gülümsemesiyle:
“Hiçbir kötü huyum yok inan ki! İçki içmem, sigara içmem...mazim çok temiz vallahi… kimseye aşık olmadım şimdiye kadar.....” v.b. uzayan hayat hikayesinden sonra kulağıma yaklaşarak fısıltıyla:
“Benimle evlenir misin?” demez mi?
Bunun üzerine etrafımıza toplanıp bizi izleyen diğer hastalar, ağızlarını sonuna kadar açarak utangaç tavırlar içinde, ellerini yüzlerine kapatarak kahkahalarla gülmeye başladılar. Sinan'ın gururu incinmesin diye gülmemi zor tutuyordum. Ona değer verdiğimi göstermeye çalışsam da salondaki kahkaha tufanı içimi kudurtuyordu. Sinan, kimseye aldırmadan “cevabını bekliyorum” diyordu. Masum yüzlü zavallı çocuğa nasıl davranmam gerektiğini, insani sorumluluğumla düşünüyordum..
“Tabi ki Sinan neden olmasın!” diyebilmiştim ancak... Benim olumlu cevabım karşısında inanılmaz bir mutluluk içinde hemşirenin uyarmasıyla başka bir sıraya geçerken:
“Seni bekleyeceğim…İki ay sonra, buradan çıkınca evleniriz tamam mı?” diyordu.
Biraz sonra benimle konuşmak için birbirini itekleyenlerden birisi oturduğum sıranın yanına yaklaştı. Sinan’dan biraz daha büyüktü yaşı. Mevsiminden önce solan yapraklardan biriydi galiba… Oturduğum sıranın üzerine minicik bir çiçek saksısı koyarak elini tokalaşmak için bana uzattıktan sonra gözlerini yüzümde bir noktaya sabitleyerek kendini tanıtmaya başlamıştı o da:
“Benim adım: Abdullah, soyadım:......., 23 yaşındayım…memleketim falan yer,...babamın adı:...., annemin adı:......” diye uzayıp giden özgeçmişinden sonra bir süre düşündü yüzüme bakmaya devam ederken. Daha sonra:
“Sana okuduğum okulun bölümünü söylemeyeceğim. Bu saksıya bakarak onu sen bileceksin!” dedi, emrivaki bir uslûpla.
Gülme krizine girmemek için kendime hâkim olma mücadelesi içindeydim. Bu soru üzerine şaşkın gözlerle:
“Allah Allah, neymiş bölümün? Botanik mi? 'dedim. Kafasını sallayarak
“Hayır!” dedi...
“Biyoloji mi?”dedim. Yine,
“Hayır!”dedi...
Bekliyor ve bileceksin diye diretiyordu...
Arkadaşımla hemşire de bu sorunun cevabını bulmaya çalışıyorlardı… İhtimal ki tuttururum diye tüm bölümleri saymıştım Abdullah'ın gönlü olsun diye. Matematik, edebiyat, fizik, kimya,... aklıma gelen bölümleri sayıyor ve hepsinden hayır cevabı alıyordum... Bir süre bekleyen Abdullah, inadından vazgeçerek yavaşça gelip yanıma oturdu ve doğu aksanlı şivesiyle:
“Sana torpil geçeceğim. Bölümümün adını söyleyeceğim ama bir şartla!” dedi...
Gülme bombasının pimi çekilmesin diye azami gücümü harcayarak:
“Neymiş şartın?” diyebildim gizlice kıkırdayarak.
“Benimle evlenmeye söz verirsen söylerim, yoksa söylemem” demez mi omuzlarını çocuk gibi silkeleyerek.
Artık gülme krizine girme vakti gelmişti… tut tutabilirsen kendini... İki dakika içinde iki evlenme teklifi almıştım... Arkadaşımla birbirimize yaslanıp kıkırdamalarımıza hâkim olamıyorduk artık. Fısıltıyla kulağıma: “Kız sendeki şu kısmete bak! Birisi benim yüzüme bakmıyor” deyince ben kendimi bırakmıştım kahkahanın kollarına... Sesimin çıkmasını önlemek için sessiz gülüyordum ama gözlerimden yaş geliyordu.
Son derece fakir bir ailenin çocuğu olan Abdullah, Ankara'ya gelip üniversite okurken hastalanması üzerine hastaneye yatırıldığını, Hemşire’nin fısıldamasıyla öğrenmiştim... Meğer Ziraat Fakültesi'nin Bahçecilik Bölümünde okuyormuş...İçler acısı durum karşısında ne yapılabilirdi ki?
Abdullah'ın bölümünü lütfedip açıklaması üzerine ona da evlenme sözü vermiştim mecburen(!) Ama Sinan gibi hemen kaybolmak nerdeee…! Evlenme teklifini kabul etmem üzerine kağıtlar dolusu adres, istek, telefon numarası v.b şeyler yazıp yazıp elime veriyordu...Onlarca adres ve telefon numarası yazdıktan sonra:
“Bunları gidince mutlaka ara ve selamımı söyle!... Sana her konuda yardım ederler tamam mı?” diye tembihliyordu beni.
Bizi dinleyen diğerleri ise birbirlerini itekleyerek birisi bisküvi, birisi şeker uzatıyordu elime; bir diğeri resim gösteriyor derken hangisine cevap vereceğimi bilemez olmuştum..
Onların dünyalarına ulaşmamın imkanı yoktu ama sevgiyle yaklaşmanın en güzel davranış olduğunu biliyordum… İçim acıyarak, mümkün olduğunca ilgiyle sohbet ederken arkadaşımın işi bitmişti. Gitmek için ayağa kalkıp hemşireyle vedalaşırken, deli dedikleri sevgi yoksunu bu insanlar koridorda en önde Sinan olmak üzere peşpeşe dizilerek, tren vagonu gibi birbirinin sırtından tutuşmuş halde bana el sallıyorlardı.
“Güle güle Asumaaaan..! , güle güle Asumaaaan..! , güle güle Asumaaaan..! '
Koridor inliyordu seslerinden... Bu defa gülmek biryana bu manzara karşısında gözyaşlarıma hâkim olamamıştım. Çıkarken Hemşire Hanım:
“Bunlar kimseye böyle yapmazlardı. Siz güler yüzlü davranıp ilgilendiğiniz için sevindi zavallılar” demişti.
O günün benim için önemi öyle büyük ki. Aradan onca yıl geçmesine rağmen hâlâ taptaze duruyor hatıralarım arasında. O gündür bu gündür sevginin engin gücü üzerinde derin derin düşünürüm hep... O insanlar yeterli sevgiyi, ilgiyi görselerdi acaba bu duruma düşerler miydi?
Asuman Soydan Atasayar