Gül Ağacı
Her sabah aynı saatte hiçbir şey yemeden kursa gitmek için apar topar çıkıyorum evden. Elimde bir kuru sigara, üşüyorum hafiften. Derken dolmuşa atıyorum kendimi. Kursla evimin arası hepi topu beş kilo metre. Kulağımda hep aynı şarkıyla dışarısını seyrediyorum. Yeşillikle maviliğin arasına kurulmuş benim şehrim.
-Müsait bir yerde inebilir miyim? diyorum kaptana.
İniyorum.
Biraz yürüdükten sonra Arnavut taşlı dar sokağa giriyorum. İlerde sağda çay ocağı, üstü kurs. Çay ocağının tam karşısına, hasır sandalyelerden birine oturuyorum. Arkama yaslanıyorum. Yaslandığım tabela köşe başındaki kırtasiyecinin deposu. Çok geçmeden sesleniyorum:
-Mehmet abi bana bir çay.
-Tamam torunum.
Mehmet abi yirmi yedi yıldır çay ocağı işletiyor burada. Çok sevilen, sayılan, babacan biri. Derslerin yoğun olduğu zamanlarda çay içmeye indiğimizde kafa dalgın olsa gerek para vermeyi unuturduk. Hiç aldırış etmez, kime zamanlardaysa “çaylar benden” deyip masamıza bıraktığı zamanlar olmuştur.
Kışın kar bastırdı mı koşa koşa çay ocağına atardık kendimizi. Masanın üzerinde duran yerel gazeteler, televizyondaki spor haberleri karşılardı bizi. Camın kenarında oturup çayımızı yudumlarken karşımızda oturan amcaların memleket sorunlarını çözmek için geliştirdiği stratejiler bitmek bilmezdi. Soğuktan kaçıp da çay ocağına sığınanlar, çay isteyip boşları getirenler… tüm bunları izlerken hesap ödemeye kalktığımızda kaç çay içtiğimizi hatırlayamazdık bile.
Mehmet abinin iki de çırağı var. Çırak dediysem yeğenleri. Yusuf’la- Mustafa. Mustafa üniversiteyi bitirmiş kendi işini yapana kadar dayısının yanında çalışıyor. Yusuf’sa hem çalışıp, hem okuyor. Çok geçmeden Mehmet abi elinde çayla geliyor. Hafif tebessümü hiç eksik olmaz. Masaya bırakıyor yavaşça.
-Nasılsın Mehmet abi
-Allah’a şükür, seni sormalı
-Hamdolsun.
Tam giderken fark ediyorum ki serçe parmağının yarısı kesik Mehmet abinin. Üzülüyorum. Üzülmekle beraber merakta ediyorum ama soramam ki nasıl soracağım. Ne oldu da kesildi parmağı acaba? Başımı öne eğiyorum. Çayıma şeker atıp karıştırıp içiyorum. Yoldan geçenlere bakıyorum. Sabah telaşı işte. Kimisi okuluna, kimisiyse işine yetişmeye çalışıyor. Derken Hısım geliyor. Biraz tuhaf bir adam bu hısım, birazın derecesini yükseltmeliyim sanırım. Hısım, otuz beş yaşlarında herhangi bir işle uğraşmayan, sabahtan akşama kadar çay ocağında oturan biri. Yanıma oturduktan sonra birkaç kez aynı soruyu tekrarlıyor bana, tebessüm edip geçiştiriyorum. Çayımı içmeye devam ediyorum. Mehmet abiyi görüyorum ileride, boşları toplamaya geliyor. Hızlı hızlı yudumluyorum çayı. Yandaki masanın boşlarını alırken, aradan iliştiriyorum yuvarlak tepsinin içine bardağı.
Şaşıyorum çoğu zaman şu Mehmet abiye. Sabah Ezanı okundu mu kalkar; namazını kılıp, düşer yollara. Mahallede in cin top oynarken açar çay ocağını. Dışarı birkaç tane masa ve sandalye atar. Çayını demler, evden getirdiği kahvaltılıkları hazırlayıp karnını doyurur sonra. Güne her zaman zinde başlar. Evi merkeze uzakta, Derecik köyünde. Her gün o yolu gidip gelmek, o yoğun iş temposuyla çalışmak kuvvetli bir güç ister. Belki köy hayatına alışık olduğundan belki de küçük yaştan beri çalışmaya alıştığından zor gelmiyordur. Belki.
Ramazanda kimi zaman iftar yapardık kursta. Yaptırdığımız güveçten bir tabak her zaman Mehmet abiye ayrılırdı. İftar vakti yaklaştığında alelacele merdivenlerden inip güveci getirmem ve aynı hızla yukarı çıkmam. İftardan sonra o çayın lezzeti, muhabbeti, keyfi.
Karşımızdaki matbaacı, yanındaki kahve, sol aradaki berber, yanındaki kömürcü git gide darlaşan sokağa neler neler sığmış.
Berberin yanındaki kömürcünün yeri uzun zamandır boş. Etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş. Yıkılsa orası, yol genişlese. Küçük bir bölümüne toprak dökülüp çiçek ekilse rengarenk.
Tam ortasına da, “Gül Ağacı.”