Güçlü Devlet ve Kılıcımızın Yaltırığı
Her yıl; ABD başta olmak üzere Fransa, Ermeni soykırımı iddialarını gündeme getirir.
Türkiye'nin siyasetçisi, diplomatı iş adamı da hemen koşar, yapmayın etmeyin yanlış yapıyorsunuz, derler. Derler ama her seferinde ilgili ülkeler, istedikleri tavizi koparırlar. Lobiler büyük paralar kazanır.
Oysa; Ermeni iddialarını ABD'de, Fransa'da ya da herhangi bir ülkede savunmaya gerek yok.
Türkiye'de Tunceli'de katliam yapıldığını, ülkeyi yönetenler iddia ediyorsa, özür diliyorsa,
Kürt haklarını savunur gözüken kişi meclis kürsüsünden soykırım var diyorsa,
ABD ve Fransa da aynı iddiaların gündeme getirilmesine şaşırmaya gerek var mı?
Türkiye'nin kimlerce nasıl yönetildiğini, aydın denilen yazar çizer takımının kimler olduğunu hatırlatan tarihe not düşülecek açıklamalar yapılıyor.
Tarihimizden bir yaprak arayalım bir dönem neydik ne olduk görelim!
Yavuz Sultan Selim, devlet işlerinde düzenli ve programlı hareket eder, istişareyi önemser, vezirlerinin söylediklerini dinler ve kararını öyle verir, karar verdikten sonra da asla dönmezmiş.
Onun zamanında kılık kıyafete düşkünlük, gösterişe kapı aralayan binalar inşası, saltanat tantanası vs. bir kenara itilip yerine tam devlet-i ebed-müddet anlayışına uygun bir ruh imarı başarılmıştır. Tabii bunun için başta kendisi olmak üzere bütün devletlilerde sade bir hayat yaşama tavrı öne çıkmıştı.
Günlerden birinde Venedik elçisi Antonio Justiniani'ye huzura kabul izni verilmişti. Sadrazam ve devlet erkanı bu ziyaretten hoşnut olmayacaklardı. Çünkü hem sultanın, hem de kendilerinin kılıkları pek perişandı. Venedik elçisinin onları bu halde görmesi devlet itibarını düşürecekti. Ama bunu sultana kim söyleyebilirdi?
Devir, sultanın disiplin ve celalinden korkanların "İnşallah Yavuz Selim'e vezir olursun!" cümlesini beddua diye söyledikleri devirlerdi. Nihayet Hersekzade Ahmet Paşa bütün cesaretini toplayıp meseleyi hünkara açtı. O da itiraz etmedi ve "Pek doğru söylersin lala, cümle yeni esvaplar giyile!" buyurdu.
Elçinin geleceği gün Kubbealtı'nda divan toplantısı vardı. Vezirler toplantıyı bitirip hep birlikte sultanın yanına arz odasına geçtiler.
İçeri girmeleriyle donup kalmaları bir oldu. Meğer sultan yeni hiçbir şey giymemişti. Yalnız elinde bir kılıç vardı ve tahtında otururken onunla oynuyor, pencereden vuran güneşin ışıkları kılıçta yaltırıklar oluşturup odayı dolduruyordu. Kimse hiçbir şey söyleyemedi.
Nihayet elçinin geldiği bildirildi ve huzura kabul edildi. Adam kapı kenarında durup namesini takdim etti ve tercüman vasıtasıyla hükümdarın sorularını cevaplandırdı. Konuşma esnasında da hükümdar elindeki kılıçtan yansıyan parıltıları ara ara muhatabının gözüne doğru tutmaktaydı. Konuşma bitince elçinin gitmesine izin verildi. Ardından sultan Hersekzade'ye seslendi:
- Ahmet, var elçi beye sor, ağzını ara... Acep bizi nasıl bulmuşlar?!
Hersekzade emir baş üzre deyip çıktı. Odada çıt çıkmıyordu. Nihayet paşa geri döndüğü vakit heyecan doruktaydı.
- Sordun mu Ahmet?
- Beli saadetlü hünkarım! "Kılıcının parıltısı öyle gözümü aldı ki kendilerini göremedim bile", dediler.
Yavuz gülümsedi ve ayağa kalkıp parmağıyla basamaktaki kılıcı gösterdi ve dedi ki;
- Kılıcımız parladıkça düşmanın gözü ondan ayrılıp bizi göremez. Ama Allah esirgesin, bir gün paslanır da yaltırıklanmazsa düşman bizi görmek değil, bir de tepeden bakar.
Ve iletişim, bilgi, teknoloji çağında 2012 Türkiyesi. Başarısızlığı itiraf eden vatanseverler, emireri liderler, tepeden bakan yabancılar, sosyal yardımlarla, türbanla, hurilerle, Arap hikayeleri ile oyalanan halk. Acı ama gerçek.
Günün Sözü: Güçlü devlet, basit insanlarla diğer ülkeleri kendisine bağlar.