Gönüllerimiz Betonlaşmadan Önce
Önce hanelerimizi yalnızlıklardan korurduk.
Hanelerimiz yani sığınağımız.
Hiçbir yerde kabul görmesek dahi oraya sığınırız.
Hanelerimiz yani mekânlarımız sırlarımızın saklandı yer. Hatıralar, hayatlar, neşeler, ölümler, komşuluklar ve yalnızlıklar.
Hanelerimiz bizim dilsiz dostlarımızdır. Bir gün olsun bize karşı koymamıştır. Yılların o dayanılmaz kudretine karşı gün geçtikçe yaşlansa da; yaptığımız her değişikliği sineye çekmiştir. Yeter ki biz mutlu olalım.
Her hane bir gönüldür.
Bütün sevgileri barındıran bir gönül. Biz hanelerimize mutlu olurken o da bizimle mutludur. Kapıdan içeri attığımız ilk adımla başlar ona karşı muhabbetimiz. “İnsanın kendi evi gibisi yok” ifadesi çok şeyi anlatır.
Biz hanelerimizi inşa ederken ona en uygun yeri kararlaştırırız. Sonra ona ait bir yeri muhafaza altına alır, ona aidiyet tanırız. Önce biz koruruz onu. Yola yakın bir yerdir buralar. Çevirdiğimiz yeri daha sonra süsleriz. Çevresine çiçekler dikeriz. Hatta ağaçlandırırız.
Evimizin köyde olması bile çevresini çiçeklerle donatmamıza mani değildir. Sonunda atılan temelin üzerinde yükselen bina sonunda “ev” daha sonra da “hane” hükmündedir. Zamanla nüfus bir artar, bir azalır. Bina ile birlikte biz de yaşlanırız.
Sonra komşular ediniriz yakından uzağa doğru. Onların da haneleri kendilerine göredir. Zaman ilerler. Devirler değişir. Yeni anlayışlar, yeni adetler girer hayatımıza. Biz belli bir süre sonra ayrılırız doğduğumuz o yerlerden. Hayatımıza betonlar girmeye başlar.
Önce mekânlarımız betonlaşır sonra gönüllerimiz. Ağacı, taşı, pınarları, kuşları geride bırakırız. Hatıraları kalır bizde. Zamanla o hatıralar da silinir gönlümüzden. Kalabalıklar arasında buluruz kendimizi. O kalabalıklarda dost bulmakta zorlanırız. Hiçbir şey “Karabaş´ın” vefasına benzemez. Hiçbir şey “Tekir” gibi okşamaz paçamızı. Çiçekler bile plastiktendir. Kokmazlar. Ağaçlar kitaplarda kalmıştır. Gökyüzü daracık sokakların arasından zor görünür. Onun da rengi değişmiştir zaten.
Caddelerde bizimle birlikte, arkadaşlarımız değil, arabalar vardır. Homurtularından rahatsız oluruz çoğunun. Hatta birçoğu da geçeceğimiz yolları kesmiştir. Bir canlının yol kenarında yatmasına benzemez. Kaldırımı işgal edilmiştir.
Ne gariptir ki biz hayatımızdan şikâyetçi olmayız bir zaman. Elimizde bulunan ışıklı oyuncaklarla “sanal” olarak bütün dünyayı turlarız. Medeniyet unsursu cihazlardan biri olan bu oyuncaklardan uykuda iken kurtuluruz ancak.
Özellikle yeni nesil medeni aletlerle yatıp kalkar hale gelmiştir. Yediklerimizi, içtiklerimizi, giydiklerimizi ve daha birçok yardımcı eşyalarımıza onlar sayesinde kavuşuruz. Bazıları hayat arkadaşını bile oradan temin eder.
Artık büyüklerle, bilirkişilerle yapılan işler azalmıştır. Sanal bir hayatı yaşarız. Ne derdimizi dökecek birileri vardır, ne de derdimizi dinleyecek kadar bizimle olan dostlarımız. Kısaca ne olduğunu kestiremediğimiz bir hayatı yaşarız.
Çimenler, çiçekler, berrak sular, mavi deniz, envai çeşit bitki, kuş cıvıltıları, rüzgâr sesleri çok geride kalmıştır. Artık onlar hazin bir hatıra olarak kalmıştır yaşayanların gönlünde.
Kimse rengi ve şekli ne olursa olsun plastik çiçeklerin kokusunun olmadığından şikayetçi değildir bile. Değildir çünkü çoğu artık çiçek kokularını bile bilmiyor.
Parfümler mi?
İki “fıslık” bir şey.
Ah o kokular! İnsanın içine girmesin bir kere. Hiç çıkmıyor ki bir daha.