Gönül Kahramanları
Dergi sadece fikri hür olanların değil vicdanlarında hür olduğu bir ülke..
Dedemin bak bu ‘alfabe’ bu da ‘kıraat’ kitabı diye açıklamasının benim ilkokula başlama zamanının geldiğini gösteriyordu. Ellerimizde bezden dikilmiş bir çanta ile uzun sayılabilecek çamurlu köy yollarından okula gitme mücadelesi verirken, aynı zamanda okumayı öğrenmek için elimizden geleni yapmaya çalışıyorduk.
‘A’ da at, ‘B’ de bebek diye başlayan alfabe ile okumaya çalışıyorduk. Her harf bir kelimenin daha okunmasına yarıyor, bizler hedefe yaklaşmanın mutluluğunu yaşıyorduk. Her ne kadar cümleler arasında ‘uyu uyu yat uyu’ gibi tembelliğe teşvik eden ifadeler de varsa bile, bazılarımız ‘gözümüzü dört açarak’ bunun bir emir cümlesi değil, talim cümlesi olduğunu seziyorduk.
Gaz lâmbalı odalarda çocukluk devresi geçtikten sonra lise yolu göründü. Okul kitaplarından başka gazete hariç matbuata dair bir bilgimiz yoktu. Ders kitaplarındaki şiir ve hikâyelerin aslının nerede olduğuna dair en ufak bir bilgimiz de yoktu. Her şey ortaokulda öğretmenimizin bir hikâye yazıp gelin demesine kadar.
Sadece önlerinde cam bulunan içi kitap dolu olan ve adına ‘gezici kütüphane’ dedikleri aracın köyümüze uğradığı zaman başka kitapların varlığına ilk defa şahit oluyorduk. Çok kişinin adını bildiği bu aracın içine girdiğimizde kendimizi kıymeti bilinmeyen bir hazine içinde sandık.
Yaradılış icabı kahramanlık hikâyeleri anlatan kitaplar ilgi alanımız oldu. Oğuz Özdeş’in Karapençe’si sanki bizdik. Daha sonra kitap dergi karışımı bazı mecmuaların köyümüze uğramasıyla, kahramanımıza ortak çıkmaya başladı. Karapençe mi, Tarkan mı olduğumuza uzun süre karar veremedik. Ninelerimizden dinlediğimiz Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun hikâyelerinin erkek kahramanı olmamıza çok vardı.
Bir şekilde farklı bir dünyanın içindeydik. Devir icabı insanlar daha samimi idi. Daha ‘kıyıcılık’ başlamamıştı. Biz ‘kitaplara kaçmadık.’ Onlar bizi davet etti ve bizler bu davete icabet ettik.
Ders kitabı haricinde elimizde bulunan birkaç kitap bizi etrafımızdakilerden farklı kılıyor gibiydi. Başkalarının saklambaç, körebe, çelik çomak vs oyunlarının oynadığı zamanlarda oyun aletleri yerine kitap taşımanın huzuru içindeydik.
Okuma ameliyesini ilk fark eden lise öğretmenlerimden birinin elime ‘Pınar’ adında bir derginin sıkıştırmasıyla okumanın seyrinin ve mahiyetinin değiştiğini söyleyebilirim. Bir kitaba göre daha az hacimli olmasına rağmen içinde birçok isim vardı. Herkes kendine ait düşünceleri ve hisleri manzum veya mensur olarak kaleme almıştı. O an o isimlerden biri olmayı çok arzu ettim.
Zaman ilerledikçe buna benzer edebiyat dergilerinin çoğalması bu işin bende sıradan bir iş olmadığı kanaatini uyandırdı. Dergi küçük bir ülkeydi bana göre. İçinde söz ustalarının bulunduğu bir küçük ülke… Başkentinin yüreklerin olduğu bir ülke… Kimsenin kimseye hor bakmadığı, kimsenin kimseye üstünlük taslamadığı kendi halinde mütevazı bir ülke…
Dergi sadece fikri hür olanların değil vicdanlarında hür olduğu bir ülke…
Sizin size ait bir eviniz, bir otomobiliniz, gayrimenkulünüz, kitabınız, takımınız hâsılı insan ait ne kadar özel şey varsa onunuz olabilir. Ama derginiz olamaz. Çünkü dergi birçok beynin hür düşündüğü, birçok kalbin bir attığı ‘ben’den çok ‘biz’i anlatan ve dahi ‘siz’i anlatan bir yuvadır.
Sayısı az dahi olsa bir derginin yayın yönetmeni ve ‘resmi’ sahipliğini yapmış bir kişi olarak, yazılarımı bir dergide görmenin hazzını hiçbir şeyde bulamadım. Bu gün Anadolu’nu birçok yerinde her türlü güçlüğe rağmen ayakta durmaya çalışan onlarca dergi var. Onları ayakta tutmağa çalışan onlarca fedakâr insan var. Her türlü zorluğa katlanan bu ‘gönül kahramanları’ fildişi kuleyi ele geçirmiş birçok aristokratın surlarını zorlamaktadır. Fildişi kulede oturanların belki dilleriyle demiyorsalar dahi içlerinden ‘nerden çıktı bu adamlar’ diye geçirdiklerini hissediyorum.
Her şeye rağmen herkese söz hakkı tanıyan ve kendisini ifade etme şansı veren bu gönül kahramanlarına ne kadar teşekkür etsek azdır.