Gizli Kahramanlar
Bütün sanatların bir de geri plandaki gizli kahramanları vardır. Bazen seyrettiğiniz bir filmde, kamera arkasındaki ışıkçısından tutunda da oyunculara çay getirenlere kadar nice emekçiler vardır. Ve seyrettiğiniz filmin sonunda onları yukarı veya aşağıya hızla kayan isimlerini okuyamadan filmin başrol oyuncularını alkışlar ve genelde onları yıllar boyu hiç aklınızdan çıkarmazsınız.
Bir de seyrettiğiniz filmi önce beyninde tasarlayan, sonra günlerce kurgulayan ve kurguladıklarını sanki bir dantel inceliğinde kâğıda dökenler vardır. Yani yazanlar... Şimdi sizlere sorsam; seyretmiş olduğunuz ve hatta bölümleri gelsin diye merakla beklediğiniz dizilerdeki eser veya senaryo yazanlarının kaçını biliyorsunuz? Evet, Züğürt Ağa, Tomruk, Firar ve Adak filmlerini hemen hemen seyretmeyeniniz yoktur. Peki, bu filmlerin senaryo yazarını biliyor musunuz? Sanırım yukarıda söylediğim gibi, başrol oyuncularını anımsamışsınızdır! Yanılıyor muyum? Şimdi bu filmlerin yazanını sizlere yavaş yavaş tanıtayım. Bu konuda nereden çıktı derseniz onu da belirteyim. Yakın zamanda Nilüfer Belediyesi ve üyesi olduğum Bursa Yazın Derneği (BUYAZ)’ın organize ettikleri “5. Dünya Öykü Günü”ne gittim. Onur konuğu ise; 43 filme öyküsünü veren ve 35’inde sinema ödülü olan, 1999 yılında ise 36. Antalya Film Festivali’nde “Yaşam Boyu Altın Portakal Ödülü” yanı sıra, yazmış olduğu Çukurova, Yörükler ve Doğu Anadolu yaşam temalı öyküleriyle TRT, Nevzat Üstün, Ömer Seyfettin, Saik Faik, Yunus Nadi, Aziz Nesin Emek, Ankara Öykü Günleri, İzmir Dünya Öykü ve daha birçok etkinlikte aldığı ödülleriyle edebiyatımıza damgasını vuran Osman ŞAHİN’i anımsayabildiniz mi?
Şimdi gelelim etkinliğe; Önce öykücülüğün usta kalemlerden Mustafa BALEL ile Milliyet Edebiyat Sayfası gibi daha birçok edebiyat sayfalarında emeği geçen Nemika TUĞCU’nun kendi ağızlarından seslendirdikleri öykülerini ilgiyle izledikten sonra verilen arada ayaküstü yaptığım sohbette; köşe, öykü ve şiir yazdığımı söylediğimde, Mustafa BALEL bana; bir dalı seçmemin daha uygun olacağını fikrini şu sıralar düşünmüyor değilim. Birkaç yudumluk çayın ardından Bursa’da yaşayan ve edebiyata gönül verenlerden Yazar Şaban AKBABA, Pelin YILMAZ ve Nurhan ŞAHİNKAYA’nın yine kendi ağızlarından okudukları öyküleri de birbirinden ilginç ve sürükleyiciydi…
Evet, Bursa’da bulunduğum Edebiyat etkinliklerinin müdavimi bir ağabeyimden söz etmek istiyorum. Adı Cevat İRTEKİ. Kendisi, Sabahattin Ali’nin “Koyun Masalı”nı sahnede ezbere okurken, bir meddah ustalığında da öyküyü size yaşatıyordu. İşte okuduğu öykünün son bölümü “…bu dünyada çobansızda köpeksizde yaşanabilirmiş. Ama bunu anlamak için her defasında bu kadar kanlı kurbanlar verecek olursak pek çabuk neslimiz kurur. Bari siz gözünüzü açında, ileride başınızı yeniden itler, hele kendilerini kurt sanan palavracı itler musallat olursa sürüyü canavarlara parçalatmadan onları defetmeye bakın!” Cevat ağabey öyküyü tamamladığında kendisini ayakta alkışlayıp, yerine geçerken ilk tebrik edenlerdendim. Ve bu öykü meddah ustamızı umarım bir gün her edebiyatsever izleme fırsatını bulur. Büyük keyif alacağınızdan eminim! Allah ona uzun ömürler versin diyorum.
İnsanı, siyasetin çirkefliğinden, savaşların pis kokusundan bir nebze de olsa uzaklaştırmasını beceriyordu…
Sinemaya bir kez daha dönelim. Sinema görsel sanatların belki de en önemli bir dalı. Birkaç saat içinde dünyalar anlatılır. Beyinlerde ve yüreklerde ne izler bırakır. Belki de yıllarca unutmayız belleğimize yerleşenleri… Ballandıra ballandıra anlatırız sevdiklerimize… Şimdi yerli ve yabancı film tartışmasına girmek istemiyorum, ancak bizim ne değerlerimiz yabancı ülkelerde ürettikleri filmlerle başarılar elde ederek nice ödüller alıyorlar ve biz yalnızca dizilerin boğumunda bunlardan bihaber oluyoruz, çoğu kez de gizli kahramanlarının isimlerini bile bilmiyoruz.
Sinema sektöründe teknik donanımı, pazarlaması ile ele geçiren ABD, hem politikasını hem de kültür emperyalizmini geri kalmış veya az gelişmiş ülkelere istediği gibi enjekte edebiliyor. Ya biz? Kendi değerlerimize ne kadar önem veriyoruz? Bunu tartışmayı bir kenara bırakıp, öykü günlerine dönmek istiyorum. Evet, gecenin onur konuğu Osman ŞAHİN sahneye davet edildiğinde öykülerine konu olan yaşadığı olayları, gür sesiyle uzun uzun anlattığında zevkle dinliyoruz. Kendisine verilen ödül plaketi sonrası, bende kendisine imzaladığım yeni kitabım “Vallahi Öptürmem”i verdim. O da Can Yayınları’ndan çıkan “Darağacı Avı” kitabını imzaladı. Eve geldiğimde kitabı, bir çırpıda bitirdim. Sizlere kısa bir özetini vereyim: “Miran otuzlu yaşlarda, orta boylu, kara kıvırcık saçlı, şaşı gözlü. Kan davalısı düşmanı kurban Haney ise düzgün yüzlü, iri kemikli, yakışıklı birisiydi. Miran babası ve amcasını öldüren Haney’i öldürüp, at sırtında dağa götürüp orada bir ağaca baş aşağı ölüsünü asıyor. Onu toprakla bir türlü buluşturmuyor. Yanına gelen akrabalarını bile dinlemeden günlerce cesedin gözü önünde bitişini, kurtlarca yenilmesini izliyor. Cesedin kokusu arasında yine de içindeki kini sönmüyor. Ölünün gözleri açık.. Ta ki, ölünün karısı da Miray’ın yanına gelip, tecavüz edilene kadar… Öykü, şöyle bitiyor: “… Ölünün parlayan gözleri ağır ağır kapandı. Asıl şimdi ölmüş gibiydi...”
“Bir ülkeyi ele geçirmek istiyorsanız, o ülkenin sinema salonlarını ele geçirmek gerekir” diyen Osman Şahin, mezun olduğu Köy Enstitülerini ise; bozkırda çalınan Vivaldi’nin müziğine benzetiyor. Onun bitmez tükenmez baharının, mevsimlerinin bozkıra gelişini müjdeleyen Vivaldi müziği o…” diyor…
Sanat her ne kadar “Ucube”ye uğrasa da siz yine de sanatsız kalmayın dostlar! Zira sanatın özgür olduğu bir ülkede, demokrasi de doruk noktasındadır…