content

25 Oca

‘Gıda Sessiz ve Tehlikeli Bir Silahtır’

Öncelikle 'Gıda Hareketi’nden söz edelim isterseniz. Ne zaman ve nasıl kuruldu, amaçları nedir?

 

Gıda Hareketi 2008' de kuruldu. Ancak ondan öncesine uzanan bir oluşum süreci var. Biz 'Tüketiciler Birliği'’nde görev yapıyorduk bir grup arkadaşla. Orada tüke­tici hareketinin fonksiyonunu yitirmeye başladığını gördük. 'Her işi yaparım abi' diyen tipler gibi çalışan derneklerden biridir tüketici örgütleri. Her şeyle ilgilenirler.

 

Bir ihtisaslaşma gereği mi doğdu?

 

Bu yüzden kendi alanlarıyla ilgili konularda hiçbir iş yapamazlar. Genel itibariyle yapamazlar. Hem yurtdışı seyahatlerimdeki izlenimlerim; okumalarım, hem de derneğe gelen şikâyetler ve vicdanlı sektör çalışanlarının itirafları da üst üste gelince bu alanda yapılanma ihtiyacı hissettik. Biz ilk önce helal sertifika işini araştırmaya başlamıştık. Bu iş nasıl ilerliyor, hangi noktada falan diye. Baktık ki ortada çok ciddi bir kaos var ve tamamen rant temelli. Mesela dün de Avrupa Birliğinden mektup aldım. Avrupa Birliği de he­lal gıda işine giriyor.

 

Avrupa Birliği kurumları helal damgası mı vuracak artık?

 

Artık helal gıda sertifikası işi tamamen ekonomik bü­yüklüğe endekslenmiş. Gıda tüketiminden uzaklaşmış. Hertürlü dalaverenin döndüğü bir alana dönüşmüş dünyada.Endüstriyi aklamaya dönüşmüş. Bir büyük üreticiye gitmiş­ler, Müslümanların azınlıkta olduğu bir ülkede Müslüman isimli birini bulmuşlar, onun adına güya bir kurum kurmuş­lar. Kağıt üstünde bir kurum.. Oradan aklıyorlar sürekli. Batılı ülkelerde, Müslümanların azınlıkta olduğu yerlerde, genellikle talepler orada oluyor. Orada sertifika alıyor, so­nuçta helal sertifikası varmış deniyor, böylelikle adam kendi kendini aklıyor. Böyle bine yakın sertifika veren kurum çıktı karşımıza.

 

Bir hayli çokmuş. Türkiye'de var mı böyle kuramlar?

 

Şu anda 16 tane var. Almanya dâhil sertifika veriyor. Bunların dışında birileri adına bazı müşavirlik firmalarının hazırlıkları da var. Onların sayılarını bilmiyoruz tabii. Biz bu işin başka bir boyutuyla ele alınması, bir bilinç oluşturulma* sı gerektiği düşüncesindeyiz. Tüketicinin helal tüketme ta­lebi olmadığı müddetçe bu sorunun bu şekilde çözülemeye­ceği ve öncelikle kendimizin bilgilenmesi gerektiği düşün­cesiyle oradan ayrılıp 'Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi m kurduk. Biz daha objektif durabilecek bir kavram üzerinden bir demek kurduk. Kurulduktan sonra bir yıla yakın kamu­oyunun huzuruna çıkmadık. Kendimizi eğitme sürecinden geçirdik. Bu arada demeği kurarken aramıza ziraat, gıda, veterinerlik, kimya, tıp ve eczacılık eğitimi almış olanları, kasıtlı bir şekilde almadık.

 

Sebebi neydi bu tercihin?

 

Çünkü onlar mevcut eğitim materyalleri üzerinden bir eğitim aldıkları için, bizi yanlışa yönlendirebileceklerini ve bazı hususları dikte edebileceklerini düşündük. Çok da hak­sız çıkmadık. Çünkü bizim iknada en çok zorlandıklarımız, bu alanlarda eğitim almış olanlar. Endüstrinin dayatmaları­nı mutlak doğru olarak görmeyi kahir ekseriyetle sürdürü­yorlar. Bu yüzden en azından bir altyapı oluşturuncaya ka­dar bir yerden etkilenmeden, bütün tarafları bütün yapılan okuyarak, değerlendirerek kendi bilincimizi oluştururken bizim içimizdeki birinin diktesinden kendimizi uzak tutma­mız gerekiyordu. Ve öyle de yaptık.

 

Merak ediyorum, onlardan değilse ağırlıklı olarak hangi meslek grubundan arkadaşlar var?

 

Bizim aramızda gıdacılar da var tabii, ama şu an aramız­da olanlar mali müşavir, gazeteci, grafiker, yazılımcı, avukat gibi farklı meslek dallarından», Yani, bu alana dışarıdan bakabilenler. Ama Öbürleri de var, yok değil. Kimyacı, gıdacı arkadaşlarımız da var ama baskın değiller.

 

Ben web sayfanızı inceledim. Katkı maddeleri gibi. GDO ürünleri gibi uzmanlık gerektiren konular var. Bunları siz kendiniz araştırarak yazıyorsunuz, öyle mi? Bir uzmana danışmadan..

 

Zaten kime danıştıysak bizi hep yanlışa götürdü. Çün­kü bunlar akademik düzeydeki dikteleri bize anlatıyorlar ve onları mutlak' olarak anlatıyorlar. Ve ben yurtiçi, yurtdışı çeşitli platformlarda, bu tartışmaların yapıldığı panellerde, sempozyumlarda hem izleyici olarak hem de tebliğci olarak bulundum. Artık bazdan var ki bizimle aynı masada çıkmak istemiyorlar. Çünkü onlar her yerde görebileceğiniz metin­leri alıp okuyor ya da aktarıyorlar. Bizse sorgulayıcı, şüpheci tavır sergileyince, karşıtlıkları ve endüstrinin şeytanlıkları­nı, bazen 'bilim' denilen yapının endüstrinin içerisinde nasıl markaja alındığını anlatınca tabii..

 

Veya işbirliği, suç birliği yaptıklarım söylemek diye­lim.

 

Tabu bunu söyleyince bozuluyorlar, rahatsız oluyorlar. Sonra da orada şöyle bir yafta alıyoruz: "Siz bilimsel konuş­muyorsunuz.* Biz bilimsellik iddiasında değiliz. Biz zaten bu iddiaya karşı çıkıyoruz. Çünkü bilim dediğiniz şey ilim değildir, ilmin bir cüzüdür. Biz ilim kısmıyla ilgileniyoruz, bilim kısmıyla ilgilenmiyoruz.

 

Bilim ve ilim ayrımım ne şekilde yapıyorsunuz?

 

Bilim bir noktaya odaklanıyor, ilim ise bütüncül olarak yaklaşıyor. Yani işin ahlakıyla da ilgileniyor, diniyle de ilgi­leniyor, sosyolojik sonuçlarıyla da ilgileniyor, sağlığıyla da, ekonomisiyle de, siyasetiyle de ilgileniyor. Ama bilim dediğiniz şey sadece teknik sonuçlarla ilgileniyor. Laboratuarda, mikroskop altında ya da bir kitle üzerinde aldığı sonuç üzerinden bize mutlakıyet dayatması yapıyor. Fakat bu toplumsal sonuçlarıyla, gelecek nesillere olan etkileriyle çok ilgilenmiyor. İlgileniyormuş gibi gözüküyor bazen, ama sonuç itibariyle hep elimizde bir tene ‘sağlam’ çalışmanız nün 'ta­mam'diyor. Bunun en bariz örneği şu; 2004 yılında İtalya da bir profesör aspartam adlı tatlandırıcıyla ilgili 75 tane aka­demik çalışmanın finansmanını kimin sağladığı üzerinde bir çalışma yapmış. Yetmiş beşinin de aspartamı üreten firma tarafından sağlandığını tespit etmiş. 71 araştırma sağlıklı olduğunu söylüyor, bir araştırma kanserojen etkiye sahip olduğunu söylüyor, 3 araştırma da yeterli bulguya erişeme­diğinden söz ediyor. Bunu niye böyle yapıldığına bakıyor. İstatistiğin bilim çevrelerini, akademik çevreleri aldatmaya yönelik olduğunu fark ediyor. Yani bir tane kanser yaptığı­na' dair çalışmaya mı inanırsınız, yoksa 74 tane yapmadığı­na dair çalışmaya mı?

 

Evet, insanlar normalde çoğunluğun fikrini kabul eder.

 

Yalanlarım istatistiğe söylettirmek için böyle yapıyorlar. Bunun özerine aspartamın kanser yaptığı bulgusunu bulan çalışmanın çok değerli olduğunu görüyor. Ve aspartamı İtal­ya yasaklıyor.

 

Tek çalışmayla yasaklatabiliyor İtalya?

 

İtalya bu araştırmaların {inansal kaynaklan dolayısıyla bile yasaklatıyor. Sonra çok sayıda ülkede sumen alta edilen çalışmalar ortaya çıkıyor. Birçok ülke yasaklıyor veya sınır­landırıyor.

 

Bizim başımıza da gelir.

 

Bize gelmez. Modem devletin bakışı böyle ama bizim devlet daha modern bakıyor olaya. Ekonomi mi, insan mı tercihini yapmak istediği zaman ya da ekonomi mi, sağlık mı tercihinde, hep ekonomiden yana oluyor. Bu yüzden in­san odaklı politika üretme gayreti, düşüncesi de yok. Onun için bu devletin sağlık ve gıda politikalarından, tarım politi­kalarından, mevcut zihniyet devam ettiği müddetçe -ki bu 100 yıllık bir zihniyettik- bir şey beklememek lazım.

 

Bu dununda siz diyorsunuz ki Türkiye'de insanlar kendi başının çaresine baksınlar. Resmi makamlardan bu konuda fazla destek veya ilgi beklemeyin. Kendi so­runlarınıza kendiniz sahip çılan. Böyle mi anlamak la­zım?

 

Türkiye'de toplumda şöyle bir algı var: Eğer zararlı olsaydı devlet yasaklardı. Madem zararlı ya da bu kadar sorunlu devlet niye bunu yapıyor, buna niye izin veriyor? Ya da ideolojik yaklaşarak kendi siyasal tercihinin iktidarda olmasının sorunu çözdüğü gibi bir yargıya varıyor. Bu yüzden de piyasaya çıkmışher ürünün aslında devletin kontrolünden geçtiğini zannediyor. Devlet de bunu böyle lanse ediyor, çünkü Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’ndan Sağlık Bakanlığı’ndan bir numara almanın denetim olduğu, denetimin de doğru bir denetim olduğu zannediliyor. Belediyeden isletme ruhsatı almakla bakanlıktan üretim belgesi almak arasında hiçbir fark yok, Gidip beyan ediyorsunuz, ben üretiyorum diyorsunuz; size bir numara veriyorlardır size ve dolunuza devam ediyorsunuz.

 

Hemen aklıma gelmişken sorayım. Birtakım bitki­sel ilaçların ki bunlar genellikle Tarım Bakanlığından lisanı almışlar, olur almışlar9 o şekilde çıkmışlar, zararlı dirileri görüldü, hatta ölümler yaşandı. Artık bunlarla ilgili izin verme yetkisinin Sağlık Bakanlığı’na geçtiği söylendi bize. Peki, Sağlık Bakanlığına bu manada gü­venebilir miyiz? Böylece daha mı kontrol edilebilir oldu bunlar?

 

Biz şöyle bakıyoruz olaya: Türkiye'de Sağlık Bakanlığı diye bir bakardık yok. Türkiye'de Tedavi Bakanlığı var. Türkiye'de Gıda ve Tarım Bakanlığı yok, olmaması da gerekir zaten. Ziraat Bakanlığı’nın olması lazım. Sağlık Bakanlığının gıda ve tarım işiyle de ilgilenmesi lazım.

 

Bir bütündür bu diyorsunuz.

 

O yüzden kimin yetkili olduğunun önemi yok» Elbette yetkinin Sağlık Bakanlığına geçmiş olmasıyla bir neb­ze iyileştirme olabilir. Fakat burada bir başka sorun var. Amerika'da hastane ölümlerinin önemli bir kısmı doktor hatası yüzünden oluyor. Türbede de yanılmıyorsam 2006 veya 2007 yılında Akdeniz illerimizin birinde Sağlık Bakan­lığı ekibinin de katıldığı bir toplantıda Türkiye'de de benzer sorunun olduğu yazıldı, çizildi, söylendi. Biz daha iyi du­rumdayız Batı ya göre. Ama bundan hiç kimse söz etmiyor. Dünyada ilaçlardan kaynaklanan bedensel, zihinsel engelli doğumlardan, ilaçlar yüzünden farklı hastalıkların ortaya çıkmasından kimse söz etmiyor. Aslında ilaç dediğimiz şey, mevcut ilaç tanımıyla sınırlı bir şey değildir. Bunun tanımım yapan Dünya Sağlık örgütü. Biz Dünya Sağlık örgütü nün tanımlarını mutlak tanım olarak koyarsak işin içinden çıkamayız, ilaç, gıdadır. Gıda, ilaçtır, öbürü tedavi materyalidir. Tedavi materyalini ilaç diye sunarsanız.

 

Sokrat'ın sözüne itibar ediyorsunuz: "Gıdanız ilacı­nız olsun. Kesin ilacınız gıdama olsun."

 

Zaten Osmanlı tıbbına, Selçuklu tıbbına baktığımız za­man ya da kadim tıp geleneklerine baktığımız zaman, halka yönelik tıp kitaplarının beslenme eksenli olarak yazıldığını görüyoruz. Tıp eğitiminde de beslenmeye önem verilmiş. Ama bugün modern tıp eğitiminde beslenme dersi diye bir ders yok. Doktorlar beslenmeden anlamıyorlar. Özel gayre­tiyle bu işi öğrenmiş olanları istisna tutuyorum. Böyle bir dal yok. Şimdi siz doktorunuza beslenme eğitimi vermiyor­sanız, öğrencinize böyle bir ders vermiyorsanız siz aslında tedavicilik yapıyorsunuz. Sağlık işi yapmıyorsunuz.

 

Bu kasıtlı bir şey mi?

 

Evet, kasıtlı…

 

Pekli madem bir kasıt var, amaç nedir?

 

Buradaki amaç şu: Yönetebilecekleri kadar bir nüfus veyönetebilecekleri insan prototipi oluşturmaya, o prototip üzerinden bir toplum inşa etmeye çalışıyorlar. Sağlıklı insan siyasal anlamda, düşünsel anlamda, hem toplumsal aktiviteler alanında hem de ticari, ekonomik faaliyetler alanında her türlü imkâna sahiptir. Ama sağlıksız insan önceliği bü­tünüyle kendi sağlığına odaklamıştır. Onu tedavi etmeye çalışır. Bugün Türkiye'de yılda kişi başına ortalama on keze yakın doktor müracaatımız var. Bir kişi yılda on kere dokto­ra gidiyor, yani neredeyse ayda bir defe doktora gidiyorsu­nuz. 2002 de 2,2 milyar dolar olan ilaç harcamamız varken, 2012'ye geldiğimizde SGK’nın ilaç harcaması, emekli ya da sigortalılara katılım payları, hastanede harcananlar ve özel olarak reçetesiz gidip satın aldığımız ilaçları da eklediğiniz zaman 20 milyar dolarlık bir ilaç harcaması çıkıyor karşımı­za. On yılda on kat tüketim artışı yapıyorsunuz ve ilaç paza­rının en çok büyüdüğü 4. ülkesiniz. Ve 2015'te de dünyanın en çok büyüyen pazarı haline geleceksiniz.

 

Ve bu da kasıtlı bir şey diyorsunuz?

 

Sağlık Bakanlığı'nda hazırlanan, bir denetim firmasının hazırladığı raporlarda 'bundan mutluluk duyuyoruz’ de­niyor. İlaç harcamasının artmasından mutluluk duyan bir zihin veya ekonomik grup varsa bunun plansız olduğunu düşünmek mümkün değil. Aslında insanları gıdalarımızla sağlık endüstrisi için -sağlık endüstrileşmiştir- hasta ya da tüketici potansiyeli haline getiriliyorsunuz. Biraz çalış, biraz ye, biraz tedavi ol, Böyle bir döngünün içerisinde düşünmeyen, üretmeyen, sadece tüketen, sadece hasta olan sorumluluklarını bile yerine getiremeyen bir toplum inşa etmeye çalışılıyor. Türkiye’ye mi mahsus? Hayır!

 

Bazı kamu spotları görüyoruz televizyonlarda… Sağ­lık Bakanlığı tuza karşı savuş açtı, artık şişmanlığa karşı savaş açıyoruz. Hatta bir ara dendi ki mısır şurubundan elde edilen şekerleri yasaklayacağı/, çünkü bunlarla birtakım hastalıklar arasında doğrudan ilişki var. Ancak bu bildiğim kadarıyla gerçekleşmedi.

 

Dünyada en çok mısır şurubu kullanan ülkeyiz. Amerika’nın da üzerindeyiz.

 

Peki, nedir bunlar? Bunlar görüntüyü kurtarmak için yapılan şeyler mi?

 

Şimdi öncelikle insanların hastalanmaması için önleyi­ci ya da koruyucu hekimlik denilen bir müessesemiz yok. Politik olarak da yok, teknik olarak da yok. Neyin insanla­rı hasta ettiğine, neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar verecek FDA gibi EFSA gibi bir kuruluşunuz mu var? Siz FDAnın ve EFSA'mn kararlarını vahiy gibi kabul ediyorsu­nuz. Onlar ne diyorsa 'doğru' diyorsunuz. Kendi kültürel değerlerinizin, geçmiş birikimlerinizin, hekimlerinizin söy­lediklerinin, yaptıklarının kıymeti de yok. Obezitede dün­ya sekizincisi, Avrupa birincisiyiz. İsrafın haram olduğuna inanan bir toplumda insanları obez yapacak bütün faktörler serbest. Köpekler serbest; taşları bağlıyorsunuz. Ve diyorsunuz ki ben obeziteyle mücadele edeceğim. Obezite ile mücadele etmek İçin de ilaç firmalarına yatırım için milyarlarca bağışta bulunuyorsunuz, hibeler yapıyorsunuz, teşvikte bulunuyorsunuz. Aslında obeziteye yol açan nedenleri ortadan kaldırmak yerine, ilaç firmalarına destek sağlıyorsunuz.

 

Burada da obezite ilaçları çıkacak ortaya…

 

Çıktı zaten. Çok miktarda var.

 

Yeni bir pazar olacak.

 

Aynen öyle. Dünyada gıda mühendisliği diye bir dal yok. Bizde icat edildi gıda mühendisliği diye bir dal. Siz bunu bile bu hale getirmişsin! Bu süreçlerle ilgili Türkiye'nin bütüncül bir bakışı yok, böyle bir niyeti de yok, Keşke ol­saydı. Bunları çözmek için bir irade de yok ortada. Adliye, sarayının büyüklüğüyle övünmeye başlamışsak.. Aynı şekil­de hastane Sayısı, yatak sayısı ve doktor sayısıyla da övünüyoruz. Bir ülkenin övünebileceği şey doktor sayısının azlı­ğıdır. Neden? Hastanız yoktur ki doktora ihtiyacınız olsun.

 

Felaketimizin büyüklüğüyle övünüyoruz yani. Bi­raz da kanser meselesine gelelim. Türkiye'de korkunç istatistikler yar. Örneğin çocuk çağı kanserlerinin bazı gelişmiş ülkelerin iki katı, üç katına ulaştığından söz ediliyor Türkiye'de. Doğru mudur bunlar?

 

Doğru. Mesela geçen hafta tv kanallarında görmüştüm. İkizlerin ikisinde de karaciğer kanseri vardı. Ve hiç kimse bu tek yumurta ikizi çocukların neden karaciğer kanseri oldu­ğuyla ilgilenmedi. Herkes bu çocuklara yapılan karaciğer nakliyle ilgilendi. Haber değeri karaciğer nakli kısmıydı. Ama çocukların neden kanser oldukları değil.

 

Bunlar yaygın vakalar mı?

 

Sayı korkunç büyüyor. Bugün ortalama 100 bin kanser hastası her yıl kervana katılıyor. Ve kanser hastalan için harcadığımız rakamlar korkunç. Kansere harcadığımız ra­kamları bütün hastalıkların oluşumunu önlemeye harcasak neredeyse bütün hastalıkları ortadan kaldıracağız. Ama de­min de söylediğim gibi bu ülkenin Sağlık Bakanlığı denilen bakanlık, bize göre oranın adı 'Tedavi Bakanlığı' olmalıdır, yalnızca 'hastalanırsan tedavi ederim' ile ilgilendiği için, dünyada sosyal güvenlik harcamalarında bu ülke kadar hoy­ratça harcama yapan yok.

 

Sen hastalan, bütün ihtiyaçlarım gideririm diyor topluma. Sen hastaneye yat, her şeyini kar­şılarım. Yok böyle bir şey. O zaman bu toplumu kontrol ede­mezsiniz. Bir gün sağlık harcamalarınız sizin ülke harcama­larınızla eşit hale geliverir, farkına varamazsınız. Mesela biz bir öneri getirmiştik. Demiştik ki bu ülkede sosyal güvenlik harcamalarım devlet ödememeli. Gıda harcamalarına katkı sunmak Temiz, sağlıklı gıda tüketilmesine katkı sunmalı. Hastalanırsan da bedelini kendin ödersin; gıda, beslenme kaynaklı sağlık sorunlarınız varsa.. Kaza, çevresel felaketler vs başka nedenli sorunlar varsa o ayrı, ondan söz etmiyo­rum tabii Tabu biz uçtan uca götürdük işi belki. Kasti ola­rak götürdük, ama dikkat çekmesi için götürdük. Belki daha mutedil bir çözüm bulunabilir buna.

 

Peki, kanser konusuna dönelim yine. Anladığım ka­darıyla müthiş bir kanser salgını var. Siz bunun arka planı niçin böyledir diye bir araştırma yaptınız mı? Yani biz genetik yapısı itibariyle çürük bir toplum değiliz. Bu kadar sağlıksız bir toplam haline dönüşmemizin sebep­leri nedir?

 

Hiç konuşulmayan alanlardan biri 'temizlik sektörü' denilen sektör. Orada temizlik değil, kirlilik yapılıyor. Biz geçmişte meşe külüyle, sabunla temizlenen bir toplumken, külü zaten unuttuk da sabunu da unuttuk. 2009 yılında Hollanda'da yapılan bir araştırma var. Araştırmanın sonu­cuna göre günde iki kez temizlik ürünlerine temas eden bir erkeğin bununla temas etmemiş erkeğe oranla spermi beş kat daha kötü. Bugün bir ailenin mutfaktaki kirlenmiş tabaklarım mevcut kimyasal deterjanlarla yıkarsanız, o de­terjan kalıntılarını temizleyebilinmeniz için yedi ton su kul­lanmanız gerekiyor.

 

Temizleyemeyeceğimize göre...

 

 

Mümkün olmadığının alametidir bu. İkinci nokta ise deterjan atıklarım, kimyasal atıkları çevreye bırakıyorsu­nuz. Sularınız kirleniyor ve böylelikle kirli su içmeye başlı­yorsunuz. Denizlere akıtılıyor, balıklarınız ve benzeri canlı türleriniz kirleniyor. Tabiata bırakıyorsunuz, tarım alanlarınızı kirletiyorsunuz. Endüstriyel atıklar insanlığın başına bela olacak düzeye doğru ilerliyor. Ve bütün bunlara bak­tığımız zaman kanserlerin artış nedenleri arasında gıdanın ardından temizlik ürünlerinin geldiğini görüyoruz. Cilt kanserleri, göğüs kanserleri, rahim ağzı kanserleri, enfeksi­yon problemleri, akciğer, karaciğer problemlerine yol açtığı ile ilgili binlerce akademik çalışma var. Yüzlerce falan değil binlerce sonuç var elimizde. Peki, evinizde, banyonuzda, lavabonuzda, çamaşırınızda, bulaşığınızda gerçek gelenek­sel sabunu kullanmaya başlarsanız ne değişiyor? Öncelikle çevre kirliliğinizi azaltıyorsunuz, su maliyetinizi düşürüyorsunuz, temizlik giderlerinizi ortalama dört kat düşürüyor­sunuz ve daha da önemlisi hem çevredeki varlıkları hem de kendi sağlığınızı koruyorsunuz. Kanserdeki artış psikolojik nedenlerle de olabilir, beslenmeyle ilgili nedenlerle ola­bilir, temizlikle ilgili nedenlerle olabilir ve tekstil ürünleri ile ilgili olabilir. Giydiğiniz tekstil ürünlerinin önemli bir kısmı sentetik. Neredeyse toplumun % 95'i sentetik giyi­niyor. Buna bir de 'azo' boyası denilen kimyasalları da ek­leyip verdiniz mi bu insanların kanser olmaması neredeyse mucize. Elektromanyetik alan meselesi ayrı bir sorun. Cep telefonu olmayan yok. Evinize girdiğiniz zaman sadece sizin wireless anteniniz yok, sadece sizin modeminiz yok. En az 20, 30 tane karşınıza çakıyor. Bunların hepsi güçlü sinyaller. Komşunuz, alt kat, yan vs. birçok verici etrafınızda artıksizi çembere almış. Bunlar da siz hem uyurken, hem otu­rurken, hem yerken bombardıman yapıyor. Buna bu beden nasıl dayanır? Sonuç itibariyle iflas ediyor bir müddet sonra. Daha vahimi bu kartopu gibi büyüyecek. Bugün 600 bin dolayında tedavi edilen kanser hastanız var. 2023te bu 2,5-3 milyon olacak. Bu boyutunu hiç konuşmuyoruz. Sadece ekonomimiz şu kadardan şu kadara geldi, ilk ona gireceğiz, G8’e gireceğiz diye konuşuyoruz. Ama kanser sayısında da G8'i aşacağımızı konuşmuyoruz.

 

Kesinlikle konuşmuyoruz bunları. Ben bu kanser meselesi üzerine devam etmek istiyorum. Olayın bir boyutu da gıda ister istemez. Gıda deyince akla gelen iki tane başlık var. Kaba hatlarıyla bir tanesi gıda katkıları denen kimyevi maddeler. Diğeri de yeni yeni sözü edil­meye başlanan GDO. Genetiği değiştirilmiş ürünler. Bu konulardaki tespitlerinizi rica etsek.

 

Biz gıda hareketini kurduğumuz süreçte de katkı mad­delerini üçe ayırıyorduk: Bitkisel olanlar, hayvansal olanlar ve sentetik olanlar. İşin içine girince gördük ki bitkisellik ve hayvansallık hikâyeymiş. Hepsi sentetik. Gördükleri iş­lem, onları aslından uzaklaştırıyor. Yani bir şeyi işlerken tek basma bitkiyi kullanmıyorsunuz, tek basma hayvansal bir şeyi kullanmıyorsunuz. Bir takım girdiler var, ona dışarıdan müdahaleler var. Genetik olarak müdahaleler de var, endüs­triyel işlem anlamında müdahaleler de var. Bütün bunlara baktığınız zaman, gıda katkı maddeleri menşei itibariyle bitkisel, hayvansal, mineral, madensel olsalar da sonuç iti­bariyle elde edilen, kullanıma hazır hale getirilen ürün kay­nağından oldukça uzaklaşmış, yepyeni bir moda girmiş sen­tetik bir ürün olarak çıkıyor karşınıza.

 

Ve bu da sağlığa zararlı mı?

 

Herhangi bir kurum şu miktarda doz zararsız diyebili­yor. Peki, kime göre zararsız? 20-25 yaşlarında, hiçbir sağlık sorunu olmayan erişkin insanlar için belirleniyor genellikle. Oysa bebek, çocuk, hamile, hamile adayı, yaşlı, hasta her­kes bunu tüketebiliyor. Üstelik bunun dozunu belirlemeniz mümkün değiL Bir çikolata için kullandığınız, Türkiye'de ele alalım, hangi katkı maddesinin ne kadar katıldığım tes­pit edebilecek bir mekanizmanız var mı? Yok. Var olsa yapar mısınız? İmkânsız. Peki, o zaman bu masalı insanlara niye anlatıyorsunuz?

 

Mecburen paketin üstünde yazana güveniyoruz…

 

Yazsa ne olur ki? Size bir örnek vereyim. Isparta'da gül lokumu üretiliyor. Ambalajına baktığınız zaman içinde gülyok. Yapay gül aroması var. Gül diyarı denilen, dünyanın en büyük gül merkezinde lokum üretiliyor, üstelik gül firması üretiyor, ama içinde gül yok. Üstelik yerel tat diye satıyorsu­nuz. Konya'daki meşhur şeker, Mevlana şekeri, Konya şeke­ri ya da peynir şekeri denilen şeker geçmişte üç maddeden üretilirken bugün en az on beş tane maddeden üretiliyor. Geçmişte üretilen o üç maddenin içinden sadece bir şey kalmış, şeker kalmış. Bunun dışındaki maddeler değişmiş. Yerel imkânlarla üretilse de büyük endüstriyel üretim yapıl­sa da değişmiyor sonuç. Herkes keyfine göre, istediğine iste­diği kadarını katıyor. %5 katarsan da senin bileceğin şey, % 40 katarsan da senin bileceğin şey Zaten makas öyle geniş tutuluyor ki tespit imkânsız olsun, yargısal sorun çıkmasın, bakanlık suçlamasın. GDO meselesine gelince… Bizim şu anda hayvansal ürünlerimizin tamamı GDO'ludur. Neden? Birincisi, Türkiye'deki ister küçükbaş ister büyükbaş olsun, hayvanların % 100 u GDO'lu mısır ve soya tüketiyor. Şimdi bize diyorlar ki bebeklere GDO'lu ürün yedirirseniz geçer ama hayvanlara geçmez. Bu nasıl bir mantık? Siz botun de­neylerinizi hayvan üzerinde yapıp insana teşmil edeceksi­niz. İş GDO ya gelince tersini söyleyeceksiniz, ikinci nokta; bunun aksi İtalya, Fransa ve Rusya'da yapılan araştırmalarla yüzlerce kez ispatlamıştır. En son Rusya'da yapılan fare de­neylerinde, GDO'lu yemlerle beslenip doğuranlarda birinci neslin % 70'inin cinsel organlarının gelişmediği ve cinsel fonksiyonlarını yerine getiremediği, üçüncü nesilde de bu oranın % 100 olduğu gösterildi. Fransa'da yapılan çalışmada ise daha ilk nesilde birkaç ay içerisinde hem beyinde hem göğüslerde tümör oluştuğu ispatlandı. ‘Türkiye'de GDO'lu ürün kullanımı yasaktır’ söylemi de bütünüyle masaldan iba­rettir. Hayvansal olarak giriyor, bunlar raflarda bulunuyor, en ünlü markaların ürünlerinde, analız sonuçlarında var.Tekstil ürünleri,kimya endüstrisi, gıda katkı maddeleri, ilaç endüstrisinde GDO kullanımı yasayla serbest bırakılmıştır.

 

Siz sadece biz GDO'Iu tohum sokmuyoruz diyeceksiniz, ama hibrit tohumu zorla dayatacaksınız. Kısırlaştırılmış tohumu dayatacaksınız. Sız kısırlaştırılmış bir tohumdan daüretken bir nesil bekleyeceksiniz. 100kişiden 95i’nin kısırlık problemi yaşayacağı öngörülüyor. Avrupa Birliği’nin 2012 Ocak tarihli raporuna göre.

 

Bir de ne yapacağı’, 'ne yapmalıyız’ konusuna gele­lim. Şimdi doğal gıda, doğal şekilde üretilmiş gıda, doğal gübrelerle üretilmiş besin, organik gıda gibi birçok şey pazara girdi. Bunlar kendilerini reklam etmeye de başla­dılar. Fakat bunların birçoğunun da sahte olduğunu, as­lında hiç de iddia ettikleri gibi doğal ve sağlıklı yöntem­lerle üretilmediklerini duyuyoruz. Bu konuda da kime güveneceğimizi şaşırdık. Tüketici olarak, anne baba ola­rak, aile sahil» insanlar olarak ne yapmamız gerekiyor?

 

Bir problem varsa, bilgi kaosunun olması normaldir. Her kafadan bir ses çıkar. Her diyetisyenin önerisi farklı. Oysa insanın fıtratı aynıdır. Hangi coğrafyanın inşam olur­sa olsun beslenme bir kültür işidir. Çin'de yaşasaydık Çin­liler gibi tüketecektik* Amerika'da yaşasaydık Amerikalı gön tüketecektik» Güney Afrika'da yaşasaydık da Afrikalılar gibi tüketecektik. Gıda bir kültür işidir, bir de dini boyutu vardır. Dindar biriyseniz kültürünüzü de dininiz şekillendi­riyor. Bu kadar formül, öneri, marka, ayrıntının içerisinde nasıl işin içinden çıkacağız? Hakikaten zor. İki sonuçtan söz edebiliriz veya öneri getirebiliriz. Birincisi; dünyada mev­cut ekonomik düzen arz ekonomisi. Üretiyor, ihtiyaç olup olmadığı umurunda değil rafa koyuyor, reklam etmeye başlıyor. Sabah alışveriş merkezine gittiğimiz zaman dün reklamda gördüğü ürünü rafta görüyor ve alışveriş se­petinize dolduruyorsunuz. Sanki bunu Hz. Adem'den beri tüketiyormuşsunuz gibi sorgulamadan, ihtiyaç mı değil mi, sağlıklı mıdır, niçin vardır diye sorgulamadan tüketi­yorsunuz. Bir de talep ekonomisi dediğimiz bir ekonomik model var. Talep ekonomisinde sen ne üretirsen üret, ben ihtiyacımı biliyorum, ihtiyacımı nasıl temin edeceğimi de biliyorum, ihtiyacımı karşılarsan senden alırım diyen bir bilinç Şimdi mutfağınıza girin, yemek bir farzdır. Yemek zorundasınız. Yaşamak için yemek zorundayız. Bir kere be­nim mutfağımda temel ihtiyaç nedir, bunu listelemek lazım. İkinci olarak da, bunların hangisi vazgeçilmez, hangisi lüks undur, tuzdur, yağdır vs. Bu lüle devam edebilir. Tuz mut­lak ihtiyaç!arımızdan.. Bir rafine tuz var, işlenmiş iyon yapısı bozulmuş. Peki, geçmişte insanlık ne tüketiyordu? Kaya tuzu tüketiyordu. O kaide ben tema kaya tuzu tüketmeye başlayacağım.

 

Bulabilecek miyiz?

 

Türkiye'de bulamazsanız dünyanın hiçbir yerinde bulamazsınız.

 

Peki, kaya tuzunu bulduk. Sağlam unu nereden alacağız?

 

Sağlam un da var tabii. Ona geçmeden önce şunu cevap­layayım.Yeryüzünde hiçbir şey bütünüyle kirlenmez. İkinci nokta yağ. Yağ çok önemli çünkü. Undan bile vazgeçersiniz ama yağdan vazgeçemezsiniz. Bir rafine edilmiş yağlar var bir de rafine edilmemiş yağlar var. Rafine edilmiş her ürün­den uzaklaşmamız gerektiği gibi rafine yağdan da uzaklaş­mamız lazım. O yağ olmaktan çıkıyor çünkü. Una gelince.. Buğday, üç unsurdan oluşuyor: Rüşeym, kabuk ve nişasta. Besinin % 92’si kabuk ve rüşeymde, %81 nişasta kısmında. Siz besinin %92’sini atıyorsunuz. Geriye kalanım endüstri­yel işlemlerden geçirip nisadır gibi, kireç gibi bembeyaz bir malzeme getiriyorsunuz karşınıza. Ve bu bir şeker…

 

Ondan da beyaz ekmek yapıyoruz.

 

Ondan da normal tüketmeniz gerekenin iki üç katım tü­ketiyorsunuz. Ununuz problemli olunca doğal olarak unlu mamulleriniz de problemli oluyor. Unu düzelttiğiniz zaman unlu mamullerinizi de düzeltirsiniz. Kullandığınız ürünler­de yağı düzelttiğiniz zaman da, tuzu düzelttiğiniz zaman da öyle.. Çünkü bunlar olmazsa olmaz. Şekeri düzelttiğiniz za­man bunları zincirleme düzeltmiş olursunuz. Ana maddeler çünkü bunlar. Unumuzu, yağımızı, tuzumuzu, şekerimizi düzelttiğimiz zaman ya da mutfaktan şekeri attığımız zaman sağlığımızı da önemli oranda düzeltmiş oluyoruz. Çok basit bir şey. Bir diğer nokta, her şeyi mevsiminde tüketeceğiz. Yazın kuru fasulye yerseniz vücut ısınız iki derece artar. Ha­raret yapıcı olarak adlandırılan besinlerdir çünkü. Besinleri ikiye ayırıyorlar: serinletici olanlar ve hararet yapı a olanlar. Allah öyle yaratmış ki yazın yetişenler serinletici, kısın yeti­şenler hararet yapıcı. Yazın âz kuru fasulye yerseniz, nohut yerseniz vücut ısınızı artırırsınız. Kışın da oturur taze fasul­ye yerseniz tam tersini yaparsınız. Karpuzu kışın yerseniz üşürsünüz. Yazın yerseniz serinlersiniz. Her şey mevsimin­de. Yeni nesil neyin ne zaman yetiştiğini de bilmiyor artık.

 

Bu saydıklarınız ne kadar sağlıklı?

 

Şimdi onu söyleyeceğim. Tohumunuz problemli. Tarım kimyasalı kullanıyorsunuz, endüstriyel işlem yapılmış, katkı maddeleri eklenmiş ve radyasyon uygulanmış.. Daha birkaç gün önce benim tanıştığım, 4,5 dönüm tarlasında, tarım kimyasalı kullanmadan geleneksel tohumla karpuz yetişti* ren insanlar var. Kendilerini bu işe adamışlar. Bilinç artıyor çünkü. Böyle insanlar var mı hala? Var. Talep arttıkça bunlar artacak mı? Artar. Endüstriyel işlem yapmadan ürün ürete­bilir misiniz? Evet. Pekmez de üretirsiniz, yoğurt da üretirsi­niz vs. Bu mümkün. Tohumun geleneksel tohum olduğunu sorgulamak önemli. Zararlı endüstriyel işlem görmemesi, tarım kimyasalı kullanmamak önemli, ilaç, hormon, gübre vb. ürünleri kullandığınız zaman toprağı kirletiyorsunuz, dolayısıyla suyunuz kirleniyor, ürününüz kirleniyor ve so­nuçta başta konuştuğumuz meselelere geri dönüyoruz, yani bir döngü oluşuyor. Bunlardan vazgeçtiğimiz zaman verim azalması oluyor mu? 30 ülkede 58 projede 12 milyon kişiye tekabül edebilecek bir saha çalışmasında, 30 yıl süren saha çalışmalarında gösterilmiş ki, geleneksel tarım sera gazı yayılımını % 90 azaltıyor. Dünyanın küresel ısınma sorununu çözüyorsunuz geleneksel tarımla. Verim artışı % 70 ila % 500 yükseliyor geleneksel tarımla. Maliyetiniz % 30 düşü­yor. Ayrıca, elde ettiğiniz ürünlerin besin değeri % 80-800 oranında daha yüksek. Tek problem var; öbürleri gibi, fab­rikadan, torna tezgâhından çıkmış gibi tek şekilde çıkmıyor ürünler. Kimisi daha büyük, kimisi daha küçük, kimisi eğri vs. Estetik anlamda bize tesviye edilmiş, torna tezgâhından çıkmış bir ürün gibi gelmiyor. Ama daha sağlıklı oluyor. Bu ürünleri satan insanlar var mı? 20 yıl önce var olduğunu söy­leyemezdim. 10 yıl önce yeni yeni düşünülüyor, konuşulu­yordu. 5 yıl önce başladı, şimdi önemli miktarlara ulaştı. Ta­lebe bağlı olarak büyüyor. Muhtemelen önümüzdeki 5-10 yıl içerisinde bu durum pazarda belirleyici olacak. Mesela 2011 yılı sonucu itibariye açıklanan bir veriye göre dünyada sertifikalı ürün tüketimi, farklı ülkelerde kimisinde organik, kimisinde biyo, kimisinde geleneksel filan gibi adlandırılan ürünlerin tüketimi % 22'ye ulaşmış. Şimdi endüstri de bu alana kaymaya başladı. O alanda da var olmaya çalışıyor. Bü­yük endüstriyel şirketlerin bu alana doğru girmeye başlamış olması dolayısıyla mevzuatı sürekli esnetiyorlar. Türkiye'de de olduğu gibi sürekli mevzuat esnetmesi yapılınca bozulu­yor. Oysa çözüm organik tarım değil, geleneksel tarım. Me­sela bir tarlaya boydan boya pancar, buğday, arpa vs eker seniz böcek istila ediyor. Ama eskilerde olduğu gibi, parça parça, katmanlı ekerseniz böcek gelmiyor. Bitkiler birbirle­riyle dayanışma yapıp koruma yapıyorlar. Geleneksel tarım, hem küresel ısınmadan sizi koruyorsa, hem daha verimliyse, hem daha ucuzsa sorun ne? Sorun, mono kültürde.. 5-10 kadar şirketin -temele indirirseniz 2 şirkete düşüyor bu ama 10 diyelim- gıdayı kontrol etmek istemesinden kaynaklanı­yor. Çünkü gıda, Tarım Bakanlığına bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir, gıda bir silahtır, müzakere çantamızdaki araç­lardan birisidir deniyor. Bu cümleler üzerine inşa edilmiş bir dünya var. Ve bu dünyaya karşı durması gereken bir toplum var. Bu duruşu devletlerin sağlayamayacağım söylemiştim. Bunu sağlayabilecek olanlar da bireyler.

 

Toplumun bilincinin artışı yani…

 

Zaten 'Gıda Hareketi’nin varlık nedeni de bu. Bu bilinci arttırmak. Bunda da çok başardı olduk. On binlerce takip­çimiz var. Özellikle hamile ya da çocuk sahibi ya da hamile olmayı düşünen genç hanımlarda çok ciddi bir bilinç artışı var. Annelik duygusundan hareketle kendilerinden çok ço­cuklarım düşündükleri için. Ciddi bir gelişme var. Bu da çok ümit verici bir durum.

 

Zaten bu işi kadınlar sahiplenip götürürse... Belir­leyici olan kadın. Evini temizleyen o, mutfağına bakan o ağırlıklı olarak. Peki sizin web şayianızda bu konuya meraldi olanlar için, nereden sağlam ürünler bulup alış­veriş yapabilecekleri konusunda bilgi var mı?

 

Yok. İşaret eden şeyler var ama ürün yok. Eğer bir nok­tayı işaret ediyorsanız, bir adres gösteriyorsanız oraya kefil­siniz demektir. Kefil olabilmeniz için orayı enine boyuna incelemiş olmanız gerekiyor. Şu anda hiçbir firmanın ismi yok. Ama 2013'te geleneksel.com.tr de bunlar yer

Etiketler : , , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank